31 Mart 2023 Cuma

kadın ve eğitim

 

Kadın ve eğitim üzerine

birkaç düşünce


Cumhuriyet’in 100 Yılı’na girdiğimiz bu sene Türkiye’de kadınların eğitime katılımı üzerine düşündüğüm birkaç şeyi paylaşmak isterim. Bu sesli düşünme vasıtasıyla da sizleri de bu alan üzerine ortak derdime davet etmek. Eğitim üzerine sürekli düşünen biri sayılırım; ülkede üniversite sayısı 250’ye çıkmışken, bu kadar eğitimli insanlara ne oluyor, topluma yansımalarını görüyor muyuz, eğitimli olmanın sosyal hayatımıza katkıları neler etrafında düşüncelerim genişliyor. Açıkçası gördüğüm tablo bana çok iç açıcı gelmiyor çünkü ülkemizde eğitimli olmak kültürlü olmayı da beraberinde getirmiyor. Halbuki gerçek bir eğitimden bahsedildiğinde kültürlü olmak da onun ayrılamaz parçası olmak zorunda diye düşünüyorum.

Eğitimli olmak üzerine birçok eleştiri yapılabilir ama genel tablo olarak kadınların eğitim oranları ve topluma katılımı üzerinden ilerlemek istiyorum. TÜİK verilerine göre; “En az üniversite mezunu olan 25 ve daha yukarı yaştaki nüfusun toplam nüfus içindeki oranı ise 2008 yılında %9,8 iken 2020 yılında %22,1 oldu. Bu oran cinsiyete göre incelendiğinde; 2008 yılında 25 ve daha yukarı yaşta olup en az üniversite mezunu olan kadınların oranı %7,6, erkeklerin oranı %12,1 iken bu oran 2020 yılında kadınlarda %19,9, erkeklerde ise %24,4 oldu.”

Açıkçası bu durum eşitlik, adalet ve özgürlük temelli ve yüz yılını dolduran bir Cumhuriyet rejiminde üzülerek karşılanacak bir durum. Kadınların eğitimli olması, hayattaki rolleri ne olursa olsun, bizim gibi bir ülke için toplumu her zaman bir adım ileriye taşıyacak acil bir ihtiyaç.

Kırsal açısından düşündüğümüzde; eğitimsiz kadınların kısa süre içinde evlendirilmeleri ve sosyal hayatta konumlarının sadece “anne” olarak sınırlanması hemen hemen herkesin karşılaştığı bir gerçek.

Şehirde bir kadının eğitimsiz olması ise; bir fabrikada işe girmesi ya da kırsaldaki akranının kaderinden pay alması anlamına geliyor.

Eğitimi buradan bakınca insanın hayatı boyunca olmazsa olmazı gibi tapıcı bir noktaya taşımak istemiyorum. Ama ülke gerçeği açısından baktığımızda; evet olmazsa olmaz bir zorunluluk.

Eğitim alanlarının bir çoğuna cemaatler yuva yaparken muhafazakar temelli bir toplumda kadının eğitimsizliğinin nasıl büyük bir cehalete döneceğinin an meselesi olması herkesin malumu olacak bir gerçeklik.

Kadın okumadığında, sosyal adaletsizliğe daha fazla maruz kaldığı da bir gerçek. İkinci acımasız boyutu ise; hayatta kim olmak istediğine kendi karar veremiyor oluşu. Gerçekten bir anne olmak istiyor muydu, iş hayatında daha nitelikli yer almak istiyor muydu ya da kadın olarak kendini dünyaya nasıl kanıtlayabilirdi soruları da otamatikmen cevaplanmış oluyor. Evin ve yerin belli ve sen bir erkeğin tanımladığı alan kadarsın.

Virginia Woolf’un yüzyıllar önce Kendine Ait Bir Oda’da açmaya çalıştığı tartışmadan aslında yıllar sonra bile aynı kaderi yaşayan yığın olmak ne kadar can yakıcı bir nokta olduğunu size bırakıyorum. Neden Shakespeare çıkıyor da bir büyük kadın yazar çıkmıyor sorunu. Kadınlar olarak eşit koşullarda karşılık bulmadığımızın bir yansıması olan bu sorun, hala güncel bir yara olarak aramızda.

Kadının okuması ve sonrasında hayatta olmak istediği role kendi cevap bulması, sıradan ve küçümsenebilir bir gerçek değil. Hatta kadına bakışı temelden etkileyecek bir gerçek.

İran olmak, İran’a benzemek tartışması yaptığımız zamanlarda da tablo çok iç açıcı değil çükü İran’da kadınların okullaşma oranı bizden yüksek. Resmi verilerle şöyle: “Kadınların ön lisans eğitimindeki oranlı %40.8, lisans %62.3, yüksek lisans %36.6, Tıp alanında %56.8 ve doktora da ise %27.1’dir. Devrim sonrasında geleneksel evlilik kanunlarına geçilmesiyle birlikte kadınların eğitim meslek olanaklarından yararlanma imkânları azalmıştır”

Eğitimle kendi kozasından çıkabileceğini, en azından kendine ait bir bilinç geliştirebileceğine inandığım kadınlar için üzerimize düşen çok şey olabilir. Şimdi burada gündeme getirmem de bunlardan sadece biri. Kadın ve eğitim, kadın ve kendini tanımakla gelen bilinç, kadın ve sosyal hayat, kadın ve iş hayatı konuları da elbette bir noktada; eğitimli olmanın basamaklarından geçen bir sürecin sonu.

28 Mart 2023 Salı

Kitabım hakkında inceleme yazısı


Şiir kitabım üzerine İlker Nuri Öztürk'ün kaleme aldığı inceleme yazısı; Yitiksöz Dergisi. 

ŞİİRE RASTLAYAN KELEBEK

Şiire rastlamak zor demişti Süreyya Berfe, yakın zamanda kendisiyle yapılan bir söyleşide. Son beş yılda Türk Şiiri için bu cümleyi ne yazık ki daha sık duyuyoruz. Kapanan dergiler, şiir yayınlamaya ara veren isimler, ayrılan yollar derken ilk kitap enflasyonunda keşfedilebilmek zorlaştı. Dergiler ve yayınevleri arasındaki demir perde de bunun sebeplerinden biri. Politik gerilim, çevremizde gerçekleşen savaşların belirsizliği ise okurun durumunu etkiliyor. Metrobüsten mutsuz inen şehir insanı, plazada iş arasında onlarca reels izleyen beyaz yakalılar, değişen ve dönüşen dünyaya ayak uyduran ev hanımları vd. okuma yazmaya vakit ayırmakta zorlanıyor. Sunulan şiir kadar okuyacak kişide de üzerine düşünülmesi gereken değişimler var: “Yaşamak belki serindir hayal kurarken”.
Kibir gökdelenleri arasında yaşamaya ve yazmaya çalışan Zeynep Karaca, şiirde yeni bir şeyler okumak isteyenlerin ilk adayı olabilir. Ketebe Yayınları tarafından okura sunulan Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek, dergi sayfalarında adına rastladığımız 1988 doğumlu Karaca’nın şiirlerini toplu halde okumamızı sağlıyor. Kitapta ilk dikkatimizi çeken şairin kelime kullanımındaki cesareti oluyor. Bütün yaşadıklarından şiir çıkarmayı deneyen Karaca, birçok başarılı örnek sunuyor. Eski bir Çin bedduası olarak hatırladığım “İlginç zamanlarda yaşayasın” sözünü adeta “Aldım kabul ettim” dercesine benimseyen şair, şehir yaşamının marazlı yanlarını gösteriyor, Carl Gustav Jung’a tivit atmayı düşündürüyor, teknoloji geliştikçe hayatımıza giren twitter, beğeni, trendyol, piksel kelimelerine şiirinde yer açıyor: Bu sokak mümkün değil (Sy.9). Özellikle Google’daki Kesinti Üzerinden Vahyin Kesintisine Parodi adlı şiir bu açıdan okunmaya değer. Şiir, Peygamberimiz Hz. Muhammed’i Google yardımıyla tanımanın getirdiği kafa karışıklığını yansıtıyor. Ahmet Murat İkea şiirini yazıp bir dergi yerine Afili Filintalar sitesinde yayınladığında Türk şiirinde yeni bir pencere açıldı. Tam on yıl önce gerçekleşen bu hadisenin artçılarından en sağlamı olarak bu kitaptaki birkaç şiir örnek gösterilebilir. 
Duyguların öne çıktığı anlatımlarda mutlaka bir çocuk imgesi görüyoruz. Günümüzde ve geçmişte rastladığımız doğum olayı, kitabın ithaf edildiği “aşkın soyut dehşeti”, ölüm, eller, gelecek kaygısı, anne vs. konularında da dizeleri var Karaca’nın ancak onun özgün izlerini başka dizelerde görebiliyoruz. Belirtmeden geçmeyelim 41. sayfada yer alan şiir, anne üzerine yazılan etkileyici metinlerden biri: “Annemin fotoğrafı ondan daha uzun yaşıyor”. Bütün bu notlara baktığımızda Zeynep Karaca’nın Ah Muhsin Ünlü ile de akraba bir şair olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Karaca, kelime kullanımındaki cesareti bozma, yeniden yapma, üretme konusunda göstermiyor. 
Şiirinden planı ve matematiğe dayalı hesaplı anlatımı uzak tutuyor Karaca. Özellikle kadın şairlerde rastladığımız anlatımcı şiir içerisinde paylaştığı işaret fişekleriyle özgün bakış açısını parlatıyor: “Bir balta ile yaklaşmak isterdim zamana”. Biçim olarak kendi özgün tavrını kitap boyu koruyor. Çağdaşı şairlerin metrobüs şiire girer mi, enflasyon gibi şiirden uzak bir kelimeyi kullanmalı mıyız gibi sorularını düşünüp vakit kaybetmek yerine başta belirttiğimiz cesaretle günlük hayatta karşılaştıklarından kuruyor şiirini. Duygular karşısında şiire dönüşen kelimeler bize Türk Şiiri için yeni bir sesi müjdeliyor. Zeynep Karaca, ilk kitabında hayatta olduğunu her dizede bildiriyor. 


Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek üzerine

Şiir kitabım "Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek" ile ilgili Yitiksöz Dergisi'ne verdiğim cevap. 


Kitabınız Çıkınca Ne Hissettiniz? 

Hayatımızda bazı anları dondurmak isteriz. Bunlar daha çok mutluluk ve sevinç anlarına hitap eden vakitler, saatlerdir. Belki de ilk duygusu buydu diyebilirim. Bir tür coşku ve heyecan. Böyle hissetmeme sebep olan; sanat alanında bir emek verdikten sonra, bunu somutlaştırdığımız ânın heyecanıdır. Zaman zaman da geçmişimle bugün arasında gidip gelme duygusu yaşattı bana. Dokuz yaşında annesinin ölümü üzerine babasının odasına gidip şiir yazan bir çocuğun artık bir yetişkin olarak elinde tuttuğu o kitap belki de; bilincin çocukluktan bugüne akan bir gerçeklik olduğunu bana en sahici bir duygu olarak hissettirdi.
  Zaman aktı büyüdük, var olma deneyimimizi hayata kanıtlama uğraşı içine girdik ama neydi beni her zaman şiirde tutan duygu; biraz da bunun üzerine düşündüm. Şiirde durmak biraz; hayata ve onun bize sunduklarına bir sihirli göz olarak bakmak isteme cesaretidir. Bir istasyon herkesin her gün geçtiği bir yer olabilirken şairde bir anlam ifade etmesi de bu yüzdendir. Buralarla birlikte düşündüğümde; hayat karşısındaki savunmamım bir bölümünü yapmışım gibi hissediyorum. Yaşamak bize bir ödev yüklüyor bu kendi hayatımızın oluştururken durduğumuz yer ve anlamdan toplumdaki yerimize doğru akan bir yol denebilir. Yıllardır kafasının içinde buralara dair sorular sormuş ve cevap aramış biri olarak, sanki artık bir sesim var ve bu sesin ifade gücünün ulaşabileceği bir alanı da yaratıyorum duygusu da oluştu. Bir de şöyle duygular oluyor tabi; sözümüzü söyledik ama muhatabı bunu hangi gerçeklik bağlamında ele alacak. Günlük hayatın dilinden beslenen o imgeler okuyanların dünyasında a güne şöyle de bakılabilirmiş hissini uyandıracak mı? İnsan biraz da bunun merakıyla dolu oluyor. 
Tabi elbette bir şairin olmazsa olmazı olan keder ve hüzün, insan birden durup kalbine bakıyor, kanama durmuş mu? Acı artık somut bir gerçeklik olarak var olduğunu kabul ederken içime etkisi hâlâ aynı boyutta mı? Buraların cevabını da aradım. Bulduğum şeyler, biraz tuhaf. Bu ister bir aşk için çekilen acı olsun, ister dünyada var olma duygusu üzerine çekilen bir acı isterse de; dünyayı değiştirmek üzerine çekilen bir fikrin acısı olsun. Acı çekmek benim kanaatimde insanı tuhaflaştırıyor, her yerin o yabancısı gibi birine dönüştürüyor. Kitapla birlikte de bu acının da artık adını bir şekilde koymuş oldum duygusu geldi. 
Bütün bunların üzerinde; mutluluktan ve keyiften kendime açtığım o alanda, insan olmanın tüm duyguları aynı anda ortaya çıktı gibi bir şeye dönüştü. Burayı açıkça tanımlamak istememekle birlikte kitabın anlamı toplumdaki karşılığını bulmaya başladıkça; evet bunu hissetmiştim gibi bir duygu olarak bendeki varlığını yaşatacak diye düşünüyorum. 
Yaşam boyunca, hayatın neye karşılık geldiğini ve neye değdiğini bir merak unsuru olarak içimde taşıdım. Kitap çıktığı andan itibaren de; benim dünya üzerine kelimelerle yapmaya çalıştığım bu savunu, bakalım neye dönüşecek duygusunu da yoğun hissettim. Aslında kendinizi iyi hissettiğiniz anları açıklamaya çalışırken zorlanırsınız; bu tıpkı sevimli bir kuşun ya da kedinin neden size çok tatlı göründüğüne sebep aramak gibidir. Son söz olarak birden içimize doğan iyilikler Tanrı’nın lütfudur diyorum, bu anlar için sadece şükretmek isteriz. Çünkü bu bir nevi, içinizdeki iyi duyguya teşekkür etme isteğidir. 


                           

sinema yazısı


Matbu olarak çıkan Nihayet Dergisi'nde yer alan yazım.

----

Gerilim ve Korku Ustası Alfred Hitchcock Üzerine Notlar


Hollywood sineması deyince, herkesin aklına gelen belirli kalıp yargılar vardır. Aksiyonlu sahneler, hızlı kamera kullanımı, melodramlar, duyguları manipüle etmeye yönelik genel anlatılar... Bu temel yargıları kırarak farklı alanlarda etkinlik gösteren yönetmenler de var. Bunlardan biri hiç kuşkusuz Hollywood’da yetişmesine rağmen kendinden sonra oluşan akımlara da öncülük etmiş bir isim olan Alfred Hitchcock. İngiliz asıllı yönetmen mühendislik mezunu ve reklamcılıktan sonra film kariyerine Hollywood’da devam etmiş. Hitchcock’un ününün dünyaya duyurulma sürecinde etkili olan isimlerden biri; Fransız Yeni Dalga’nın kurucularından François Roland Truffaut. Her şey 43 yaşındaki Truffault’un 63 yaşındaki Hitchcock’a “sizinle tanışmak istiyorum” diye başlayan bir mektup yazmasıyla başlar. Truffaut gönderdiği mektupta şöyle der; “Hitchcock’un gelmiş geçmiş en iyi yönetmen olduğunu herkes anlayacak.” Hitchcock, talebini kabul ettikten sonra daha sonra kitap ve film de olan o uzun görüşme başlar. Bu kitap hakkında Martin Scorsese ise şöyle der: “Bu kitap sayesinde kendi alanımızın dışına çıktık.” Yine bu söyleşi de Hitchcock “her şey ışıktır ve ışık üzerine vurulmadan insan anlaşılmaz” der. “Sıradan oluşa razı olamıyorum” diye de ekler. “Filmlerinizde hep ilk günahın kokusu geliyor burnuma, bu doğru mu?” diye sorduğunda Truffaut, Hitchcock “evet” der. Katolik olduğunu da saklamaz. Eşiyle düğünleri kilisi de yapılmıştır.

Öncü bir kişilik

Sinemada gerilim yaratmanın ustası olarak da bilinen Hitchcock, bunu bomba örneği ile açıklar. Masanın altında bir bomba olsun ve masanın etrafında oturan iki kişi, ben gelirimi daha fazla artırmak için bombayı gösteririm” der. Bunu bir ifadesinde de şöyle dile getirmiştir; “Korku, masanın altında duran bombanın aniden patlamasıdır. Gerilim ise, masanın altında bir bomba olduğunu bilmektir.” Yine sinemaya katkıları arasında Vertigo Efekti sayılır. İlk kez Vertigo filminde kullandığı bu efekle daha sonra gelecek sinemacılara yol gösterici olmuştur. Vertigo Efekti kısaca şudur; konunun merkezini kadraj içinde tutarken, konunun önü, arkası ve yanındaki nesneleri hızlı odak değişimi sebebiyle değişime uğratır. Bu değişim görsel algıyı bozan tedirgin edici, farklı bir etki oluşturur. Vertigo filminden etkiyle çekilen filmler arasında Chris Marker’in La Jetee filmi sayılabilir.

Sinemanın öncü filmi: Sapık

Şimdi Arka Pencere (Rear Window), Ölüm Korkusu (Vertigo), Kuşlar (The Birds), Gizli Teşkilat (North by Northwest), Ölüm Kararı (Rope), Aşktan da Üstün (Notorious) gibi filmleriyle tanıdığımız Hitchcock’un kült eseri Sapık (Psycho) filmine biraz daha yakından bakalım. Filmin başrol oyuncusu Marion Crane, evlenme hayali olan kendi başına yaşayan bir kadındır. Patronuyla iş yapan zengin bir adam bir gün yüklü miktarda bir para emanet eder. Crane bu parayı bankaya yatırmak yerine kendine harcamaya karar verir ve yola çıkar. Davranışlarını şüpheli bulan bir polisten kaçmak için yol üzerinde bulunan bir otele gider. Hikayenin buraya kadar olan bölümünde hep polisle bir gerilim olacağını düşünürüz ama devamı bizi yanıltır. Sinema tarihinin en etkili sahneleri arasında yer alan duş sahnesi burada ortaya çıkar. Daha sonra otel sahibi Norman Bates’in psikopat ruh haline şahit oluruz. 1960 yapımı olan filmde o dönem izleyicileri arasında bu sahne infial yaratır. Filmi izleyen seyirciler bu sahneye geldikleri zaman çığlık atarak tepki verirler. Hitchcock ise, bu film için “Beni memnun eden şey filmin seyirciyi etkilemiş olması” der. Martin Scorsese ise daha öncesinde 2. Dünya Savaşı ve Vietnam Savaşı’nı yaşamış bir dünyanın sinemada bu yeni anlatım tarzına hazır olduğunu söyler. Hitchcock Sapık filmi ile seyirciyi bu gerçekliğe açık hale getirmiştir bu başarıdır der. Hitchcock ise Sapık için, “Bu hikaye veya roman değildi, salt filmdi. Tüm dünyada insanların tepki göstermesine sebep oldu, bundan dolayı gurur duyuyorum. Bu size, bana ait bir filmdi” ifadelerini kullanır. Filmin psikolojik açıdan okuması da Odipus Kompleksi üzerinden yapılır. Freud’un ortaya attığı bu teoriye göre; erkek çocuk anneye aşık olur. İd evresinde gerçekleşen bu olay aşılamadığında sonraki süreçler farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Bu film de; anneyle ilk ilişkisinin sorunlarını çözememiş birinin psikopata dönüşme gerçekliğine vurgu yapar. Hitchcock, Truffaut dostluğu ise bu olaydan sonra yoğun bir şekilde karşılıklı mektuplaşmalarla devam eder. Hitchcock’un ölümünden dört yıl sonra da Truffaut vefat eder.

19 Mart 2023 Pazar

6284 kanunu üzerine düşünceler

 

Sorun 6284’te değil

erkeğin” zihninde


Türkiye’de siyaset son günlerde hareketli bir ivme kazandı. 14 Mayıs’ta yapılacak Genel Seçimler öncesi; ittifak olunan partiler, cumhurbaşkanlığı adayları, sürekli yayınlanan anketler derken, ülkenin gündemi tamamen seçimlere evrilmiş durumda. Depremin açtığı yara bir yandan kapatılmaya çalışılırken bir yandan da yoğun siyasi gündem altında öne çıkma imkanını kaybetti. Bu siyasi hareketlilikte benim dikkatimi çeken bir konu üzerine bir şeyler söyleme ihtiyacı hissediyorum. Yeniden Refah Partisi, Cumhur İttifakı’na katılma görüşmeleri yaptılar. Henüz bir sonuca bağlanmayan görüşmede; Yeniden Refah Partisi 30 maddelik bir istek listesi hazırladı. İttifaka dahil olmak için hazırlanan listede; kadına karşı şiddeti önlemesi amacıyla 2012’de yürürlüğe giren 6284 kanunun kaldırılmasını talep ettiler. 6284 sayılı kanun genel hatlarıyla; şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirleri düzenliyor. Konuyla ilgili iktidardan AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin ve Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık karşı çıkarak, seslerini yükseltti. Fakat gelinen noktada Özlem Zengin tehdit edildiğini söyledi.

Birinci aşamada; içinde yaşadığımız toplumda bir yakını şiddet mağduru olmayan kaç kişiyiz, düşünmeye değer. Ve bu şiddet vakaları genel olarak; daha güçsüz bulundukları için kadın ve çocuklara yapıldığı hepimizin malumu.

İkinci aşamada; muhafazakar kadın dediğimiz, varlık sebebini daha çok din üzerine kurmuş kadınlar, artık toplumsal statüleri, evle sınırlı alanlar olmanın dışında gelişiyor. Özellikle yeni nesil muhafazakar kadınlar; sosyal hayatın içinde daha fazla yer alıyor. Bu da sonuç olarak erkekle aynı noktalardan hayata bakma ve haklar talep etmeyi meşru kılıyor.
Üçüncü aşama olarak; bazı muhafazakar ve din temelli partiler, kadınlarda bu dönüşümü göremedikleri için kadın algısını tarikat temelli konumlandırıyor. Türkiye’deki gerici tarikat ve cemaat zihnine has “kadın” algısını sosyal hayatta da meşru kılmak istiyorlar. Tarikat ve cemaatlere bakarsak durum oldukça vahim Ortaçağ karanlığına eş kadın algıları mevcut. Hiçbir zaman kocasının sözünden çıkmayan, eşit ilişkilerin asla mümkün olmadığı bu bakış açısının Yeniden Refah Partisi gibi din temelli bazı partiler tarafından da gündem maddesi yapılması, içinde yaşadığımız korkunç durumda bunları konuşmaya mecbur bırakıyor bizi.

Kaldı ki; mevcut kanun da bile şiddet vakaları ölümle sonuçlanıyor. Bu kanun yürürlükteyken bile; 2017'de 353, 2018'de 279, 2019'da 336 ve 2020'de ise 266 kadın cinayeti işlenmiş durumda.

Durum bu kadar vahimken; Türkiye sınırları içinde var olan bir partinin bunu gündem maddesi yapması, akılla açıklanamayacak kadar vahim bir durumun işareti.

Kadına yönelik şiddetin ve ölümün belki kanunla tam olarak önlemeyeceğini savunabiliriz evet mevcut kanun da yetersiz. Uygulama alanları güçlendirilmeli, en azından eğitim sistemine cinsiyet eşitliği temalı dersler konulmalı. Devlet eliyle mağdurlara yönelik psikolojik ve sosyal destekler arttırılmalı.

2023’ün Türkiye'sinde kadının erkekle eşit kulvarda varlık göstermesinin yolları üzerine düşünmek, kafa yormak gerekirken, tartıştığımız konu gerçekten can sıkıcı bir boyutta. Daha sıkıcı olan bunu meşru gören bir grubun aramızda varlık gösterip gücünü toplumun bazı kesimlerinden alıyor oluşu. Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na (2022) göre; 146 ülkenin değerlendirmeye alındığı raporda, Türkiye cinsiyet eşitsizliği konusunda 124. sırada yer alıyor.

Kadınlar olarak; mevcut tabloda daha fazla nasıl yer bulabiliriz, kadın olmanın eşit yasalarını nasıl oluşturabiliriz üzerine tartışmalar yapmamamız gereken yerde; birilerinin gerici cemaat taassuplarını bize dayatmaya çalışmasına, nasıl insani olarak yaklaşabiliriz.

Ayrıca yukarıda da değindim bir konu olarak; muhafazakar ve dindar kadın da değişiyor. Hem yaşamdan beklentisi noktasında değişiyor hem de erkek karşısında aradığı eşitlik bağlamında değişiyor. Kadınlar iş ve sosyal hayata yoğun katılım göstermesi üzerine; erkeklerle kurduğu ilişkiler de daha çok hak temelli olmaya başlıyor.

Bununla birlikte; erkekler tarafından bir tür güç gösterisi olan şiddet ve ölümle sonuçlanan vakalar, devam ediyor. Failler ise, her zaman için kadınların birinci dereceden yakınları.

Ailenin birliğini, ulusun birliği kadar kutsal görenler, vahşi erkeklerin insan olabilmesi için de çalışma yürütmeliler.

6284 kanunun iptal edilmesi söz konusu dahi edilmemesi gerekirken, kadın ve çocukları koruyan yasaların ceza ve caydırıcılık oranları hızlıca arttırılmalı.

Kadının güvende olması, yaşamın ve toplumun güvende olması anlamına gelir. Kadının kendini güvende hissetmediği toplumda ise, vahşet, korku, güvensizlik hakim olur. Toplumun yeniden inşasını arzuluyorsak; birinci görev kadının eşitliği üzerine olmalı. Aksi halde bilinçli bir toplumdan söz etmemiz imkansız hale gelecek.

9 Mart 2023 Perşembe

depreme dair düşünceler

 

Toprağın sarsıntısı deprem

zihnimizin sarsıntısı öfke


Ülke olarak zor bir dönemden geçiyoruz. Siyasette olanlar ayrı değerlendirilebilir ya da bunun bir parçası. 6 Şubat’ta Kahramanmaraş merkezli deprem 10 ili kapsayacak şekilde gerçekleştiğinde; aslında tüm Türkiye olarak sallandık. Resmi rakamlara göre 50 bine yakın insan kaybettik, belki henüz bilmediğimiz daha gerçek verilere yıllar sonra ulaşacağız. Bölgede depremden etkilenen 13 milyon insan olduğu söyleniyor. Akrabalar ve ilişkiler bağlamında baktığımızda, ülkenin yarısı birinci dereceden etkilendi diyebiliriz. Gazetelerin “asrın felaketi” olarak adlandırdığı noktada biz başka bir gerçekle yüzleşmek durumda kaldık. Aslında devlet ve hükümeti yönetenler hiç de böyle bir afete hazır değilmiş. İnsanların basın yayın araçları üzerinden seslerini duyurmaya çalışmaları, bölgede kış şartlarının etkili olması, AFAD gibi bir kurumun örgütlü hareket edememesi, Kızılay’ın yardımlarının yetersiz kalması gibi birçok faktör karşısında; evde oturup acılara avunmak düştü payımıza. Sadece vicdani bir sorumluluk olarak; ayni ve nakdi yardımlarımızı ulaştırdık.

Üzerinden bir ay geçti ama böylesi büyük bir afetin yaralarını sarmak, birkaç ayla açıklanabilecek bir gerçek değil gibi. Hatay gibi illerin tarihi yapısı da düşünüldüğünde kısa sürede toparlanmayı öngörmek güç. Cumhurbaşkanı Erdoğan, deprem bölgesinde yaptığı açıklamada Adıyaman’a zamanında ulaşmadıklarını itiraf ederek bölge halkından helallik istedi. Böyle bir noktada sormamız gerekmiyor mu; halktan helallik istemeden önce; 20 yıllık süreçte yapılması gereken denetimler tam yapıldı mı? Bu kadar ağır bir bilançoda sadece yüze yakın müteahhit göz altına alındı, bu yeterli mi? Depremde bir an önce organize olunmadı ve bu daha fazla can kaybına sebep oldu, bunun için sıradan bir helallik istemek ne kadar doğru?

Genel olarak kader deniliyor, bu tam olarak neyin kaderi olarak görülmeli. İhmalkarlığın kaderi mi, yapılması gerekenleri yapmayıp acıyı paylaşmanın kaderi mi, imar aflarından doğan bilinçli ölüm tuzaklarının kaderi mi, organizasyonlardaki aksaklıkların kaderi mi, bilinçsiz bürokratların yanlış tercihlerinin kaderi mi. Halkın fazlaca din merkezli hayata bakıyor olması, çözüm önerilerimizin gevşek olması karşıda yaşadığımız hayata kader demek doğru mu. Dinde bir ilke olarak da; insan kendi iradesi ve gücüyle yapacağını yapmadan, önlem almadan başına gelenlere kader demesi gerçek bir inanç öğretisi de değildir zaten. Son bir hafta içinde Cumhurbaşkanlığı bünyesinde afetlerle mücadele başkanlığı kuruldu. Bu bile üç tane fay hattının geçtiği ülkede asla felaket başa gelmeden önlem alınmadığının itirafı gibi bir durum.

İnsan ölecekse bile, çaresizlikten ve yanlış yönetilme sonucu ölmek zorunda olmamalı. Evet depremin boyutu fazla büyüktü, etki alanı fazlaydı, mevsim şartları normal değildi. Bunlar gerekçe ama bu sürecin bu kadar insanı değersiz hissettirmesinin sonucu olmamalı diye düşünüyorum.

Bu depremin sonuçları kısa vadede politik alana yansır mı, henüz bir öngörüde bulunmak güç ama uzun vadede depremin etkisine birebir muhatap olmuş bölge halkının; dine, topluma ve insana bakışında bir yarık oluşacağını düşünüyorum. Yaşanan çaresizlik, politik alanda da zaman içinde kendini belirgin kılacak. Devletin ve hükümetin eleştirisini fazla bulup, afetin büyüklüğünü savunanlar var, evet büyük bir afet, fakat her şeyde Türkiye’nin ne kadar büyüdüğünden, dünya ekonomisinde yeri nerelerde olduğundan, Suriye’deki etkin gücünden, Mavi Vatan’la başardıklarından, Azerbaycan-Ermenistan savaşına taraf olmasından, yerli ve milli savunma sanayinden, her defasında gururlanarak; gücü övenler, biraz da deprem karşında organize olamayan bir yönetimden şikayetçi olmaları gerekmez mi. En azından vicdani adaletin böyle işlemesi gerekmez mi.

Halk olarak, yaraları sarmak adına adım atmamış olsak, felaketin acısının korkunçluğu altında daha da ezilirdik. Halkın birliktelik ve dayanışma duygusunun aktif işlemesiyle bir nebze olsun yaralar sarıldı.

İnsana yakışan, eşit, özgür ve hayat alanları insani şartlardan beslenen bir ülkeyi hayal etmek güç olmamalı. Biz her felakette ya da toplumsal olayda önce canımızı kaybetme duygusuyla yüzleşmemeliyiz; bizi yönetenler de her olayda ilk tercihi bize ölüm olarak sunmamalı. Halkını yaşatamayan bir devletin sosyal bilincinden söz edebilir miyiz. Halkın oyuyla seçilmiş, vergisiyle ayakta duran bir iktidarın, halkın şartlarını insani zeminde sürdürmesini sağlayamaması karşısında elbette tepki göstereceğiz. Burada yönetimin kim ve kimler olduğu değil önemli olan. Burada önemli olan biz halk olarak; yaşamak ve yaşamın güzelliklerini kutsamak istiyoruz. İlk tercih, ilk akla gelen, ilk neden olarak ölüm aramızda dolansın istemiyoruz.

Sonuç itibariyle zor, buruk, acılı ve öfkeli bir zaman diliminden geçiyoruz. Yaraları birlikte sarmak istiyoruz ama bu yarayı açan sistemi de tartışmak istiyoruz. Böyle zamanların politika yapmaya uygun olmadığı söyleniyor bize; eğer tepkiler zamanında verilmezse, yarın sıra bize geldiğinde itiraz edecek bir merci bulamayız. Önemli olan iktidarlar değil, önemli olan halk, iktidarın önemi ona ne kadar iyi bir yaşam alanı sunduğunda ortaya çıkıyor.

Biz oylarımız, vergilerimiz ve ürettiğimiz maddi manevi değer karşısında bu ülkede yaşamı yüceltmek istiyoruz; ilk seçenek olarak sunulan ölümü değil.

Deprem öykülerin, depremzedelerin, bizde açtığı manevi yaranın sarılmasının da kısa süreli bir uğraştan çok, önümüzdeki yıllarda toplumu dönüştüren bir yaraya dönüşeceğini şimdiden söylemek zor değil. İsterdim ki; biz acılardan ve olumsuzluklardan beslenerek, yarınları sağlam zeminler üzerine inşa etmeyelim. Ama zaman toplum ruhunda bir ölçü birimi olacağı zaman önce aldığı yaralara bakıyor. Şunu dileyerek bitirmek isterim; bu karamsar tablo, bizi, daha öz değerini bilen ve yaşam şuuru oluşmuş bir halk olmaya ulaştırsın.


5 Mart 2023 Pazar

blog hakkında genel bilgilendirme

 GENEL NOT

Buraya son 3-4 yıl içinde yer alan entelektüel faaliyetlerin tamamı olmasa da büyük bir bölümü aktardım. Bunlar dışında kalan; yayınlanmış yazı ve şiirlere çeşitli mecralarda denk gelmek mümkün. Bundan 12-13 yıl kadar önce de bir blogum vardı (sudanevveldenizdensonra) orayı bazı teknik sorunlardan ötürü şu an aktif olarak kullanamıyorum. Orada da arşiv sayılacak kendimce yazı, düşünce, gezi notları mevcuttu. Şimdi bu kendi adımla açtığım blogda da; bundan sonra yazınsal ve görsel alan içinde yer alan çalışmalarımı arşiv niteliği oluşturacak şekilde burada biriktirmek istiyorum. Zaman zaman da bazı meseleler hakkında yazmak. 

Güzel, güneşli, neşeli, dirençli, dinamik bir zihin içinde üretimime devam etmek istemekle birlikte; eylemde oluşacak iz düşümlerini de yaşamda savunma gayretim sürecek. 

Şimdilik sevgi, şimdilik saygı, şimdilik iyilikler. 

basında yer alan konuşmaların kaydı

Bunlar da; "Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek" adlı kitap ve daha öncesinde basında yer alan videoların linkleri. 



TVNET'in Ketebe Yayınında kitap hakkında konuştum. 

https://www.youtube.com/watch?v=hEdrsy-TlCg&t=17s

Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) kitap hakkında konuştum.

https://www.youtube.com/watch?v=56Hpb6C84qw&t=112s

Vav TV'de Sinema Üzerine bir yayına katıldım. 

https://www.youtube.com/watch?v=WvjO0qSAXTA&t=42s

Sezai Karakoç'un vefatının ardından haber7.com'a yaptığım konuşma.

https://www.youtube.com/watch?v=vX8AQKNkZQ0

kitap röportajı

Litrossanat'ta "Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek" üzerine yapılan röportaj.  


https://www.litrossanat.com/en-anlamli-ifade-siir/

kitap röportajı

Şiir kitabım "Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek" çıktıktan sonra ilk röportajım. 


 https://www.yenisafak.com/hayat/cocukluktan-beri-siir-yaziyorum-3843160

Sezai Karakoç üzerine

Sezai Karakoç'un vefatının ardından İnsicam Dergisi'ne yazdığım yazı. 

Benim Gözümden Sezai Karakoç



Benim gözümden Sezai Karakoç yazısını yazmadıklarını istediklerinde aslında şöylece bir durup düşündüm. Bir düşünür boyutu ile mi ele almalıyım, şair olarak mı bakmalıyım, bir siyasi şahsiyet olarak mı bakmalıyım. Bu üç özellik Sezai Karakoç’ta öne çıkanlar. Ama benim anlatmak istediğim kişiliğindeki şahsiyetli duruşu ve hayata bir mümin hassasiyeti ile bakıyor oluşu.

Bir şairi, düşünürü ya da siyasetçiyi özel hayatından ayırarak yapıtlarını değerlendirmek tartışma konusu olmuş bir durumdur. Bugün Dostoyevski’yi yaşamından ayırıp yapıtlarına bakabiliriz. Eserlerinin bize ne söylediği ile ilgilenebiliriz. Necip Fazıl’ın hayatını ve eserlerini ayrı değerlendirebiliriz. Çağ, hayat ve arzular güncelin koşuluna göre akarken bazı insanların sütün gibi kendi öz benliği ile sağlam kalmasını nasıl değerlendirmeliyiz?

Sezai Karakoç’ta beni en çok etkileyen sağlam kişiliktir. İstese çok zengin bir hayat sürebilecekken, istese popüler edebiyatın bir parçası olabilecekken istese siyasette daha gözle görünür bir noktaya gelebilecekken. Dünyanın ona sunduğu nimetleri elinin tersiyle itip, kendine has karakterini bir mümin şuuru ile hayata damıtması sanırım; bütün benlik algılarımızın yer değiştirdiği bu çağda en dikkat çekici şey olmalı.

Ama bu özellik dikkat çekmez çünkü biz bu asil duruşun uzağında yaşayan insanlar olduk. Birkaç güzel iltifata biraz pohpohlanmaya biraz paraya kendimiz olmaktan vazgeçmeyeceğimiz hiçbir şeyimiz yok gibi bir imajın içindeyiz. Bunu bugünün Müslümanlarının; edebiyatta, sanatta, politikada, sosyal hayatta aldığı role, üstlendiği misyona bakarak çok kolay bir şekilde anlayabiliriz.

Biz sadece Allah’tan gelen ve bizim için tayin edilen rızık anlayışını kaybettik. Ama Sezai Karakoç bu anlayışı yaşayan biriydi. Hatta bir cumartesi konuşmasında; Allah herkesin rızkını tekafül etmiştir. Daha fazla kazanmak ancak başkası içindir demişti. Yani başkasının bir yarasına merhem olmak için daha fazla kazandığını iddia edebilecek kaç kişi kaldık.

Biz bir müminin nezaket ve latafetten oluştuğunu unuttuk. İlişkilerimiz nobran, başkasına bakışımız sadece hamaset yüklü. Halbuki Sezai Karakoç, insani ilişkilerinde son derece anlayışlı, kibar ve karşısındakine haksızlık etmeyecek bir tarzdaydı. Birini eleştiriyorsa ya da biri hakkında olumsuz bir kanaat getiriyorsa; burada ölçüsü adalet ve hakkaniyet bağlamındaydı.

Biz edebiyatı kişisel gelişimimiz ve ortamlarda daha ciks görünmek için yapıyoruz. Belki daha fazla fav almak belki daha fazla adımız duyulsun diye. Ama Sezai Karakoç’ta edebiyat; peygamber kıssalarına dönüşebiliyor. Bizi ruhumuzdan kavrayan bir noktaya taşıyabiliyor. Malayani olandan derinliğe doğru yol aldırabiliyor.

Biz siyaseti çift maaş almak için, polemik üretmek ve daha fazla kişiyi kandırmak için yapabiliyoruz. Ama Sezai Karakoç, bizim ana ilkemiz hakikattir diyebiliyor. Önce Müslüman coğrafyaya sonra tüm insanlığa; adaleti, iyiliği ve doğruyu getirmek için siyaset yapmalıyız diyor.

Sezai Karakoç’un öne çıkan bir diğer özelliği de evrensel bir zihin yapısına sahip olmasıdır. Doğuyu da Batıyı da iyi bilmesidir. Doğunun ve Batının düşüncede, politikada, devlet yönetiminde nasıl davrandığını insan ilişkilerini nasıl düzenlediğine dair bugünün gerçekleriyle de örtüşen bir bakış geliştirmiş olmasıdır.

Sezai Karakoç’un yukarıda saydığım özellikleri açısından ele aldığınızda onda sadece Allah’la kul sözleşmesinde sadakat, İslam toplumun yeniden dirilişi için mücadele; Türkiye toplumsal hayatın Müslümanca yaşanması için sunduğu fikriler ve çözüm önerilerini göreceksiniz.

Bir konuya daha değinmek isterim. Sezai Karakoç yalnız mıydı? Belki onu düzenli olarak ziyaret eden bizler, fikirlerinden etkilenen insanlar sayesinde yalnız değildi diyebiliriz. Ama işaret ettiği İslam ufku ve henüz ona ulaşmayan bizler açısından baktığımızda yalnızdı.

şiir ve şair hakkında

Kara Yılkı adlı bir dergiye şiir ve şair üzerine düşüncelerden oluşan bir yazı. 

ŞİİR VE ŞAİR ÜZERİNE DÜŞÜNÜŞLER


Hadi hep birlikte biraz düşünelim; şiir nedir, ne olması gerekir, şair kimdir? Şiiri kısaca ele alırsak bize okullarda öğretildiği gibi, duygu ve düşünceleri kelimelerle buluşturarak anlatma sanatıdır diyebiliriz. Burada acaba bir duyguyu, bir düşünceyi kelimelerle ifade etmeye çalışırken karşımıza çıkan olay nedir? Yani daha doğrusu, her insan duygu ve düşüncelerini kelimelerle ifade eder, şairin farkı nedir? Şairin farkı kelimelere; daha önce sıradan bir insanın görmediği, düşünmediği, hissetmediği şekilde bir form vermektir. Sıradan bir okur bir şaire ait bir dizeyi duyduğunda; heyecanlanıyorsa, burada söylenen şey bana şunu da düşündürdü diyebiliyorsa şair amacına biraz yaklaşmıştır diyebiliriz. Şiir kadar önemli olan şair olma gerçekliğidir, yağmur yağdığı yerde belki 16 milyon kişinin aynı anda şahit olduğu bir olaydır. Şair ona yeni bir anlam, arayış, bakış açısı, yükleyendir. Bir şair için yağmur sadece yağmakta olan bir doğa olayı değildir; rahmettir, arınmadır, hatıradır, geçmiştir, gelecektir. Birden çok şeydir ve onu artık bir şiir formuna soktuğunda o artık yeni bir şeydir. Düşündük yağmurun yağdığını bunu neden 16 milyon içinde 3-4 kişi kelimelerle yeni bir forma dönüştürmek ister ki; bu da bize şairliğin Allah tarafından bahşedilmiş bir lütuf olduğunu gösterir. Seçilmiş olmak, üstün olmak değil belki ama kader her birimizi hayat karşısında bir noktaya getirmek için bir yola seçer. Şairin yolu da Tanrı tarafından seçilmiştir. Şair o seçilme yoluna kendi arzusuyla girmiştir. Şiir üzerine tartışılan konulardan biri de şiir ilham mıdır, kelime çalışılarak mı elde edilir. Açıkçası, şiir kelimelerle yazılır görüşünü anlamlı buluyorum. Ama ilham boyutu olduğunu da reddedemem. Belki de şöyle demek daha doğru olur, ilk dize Tanrı’nın armağanı gerisi çalışma ve gayrettir. Şiir de dil mevzusu üzerine de tartışmalar vardır. Şairin dili yalın ve anlaşılır mı olmalıdır yoksa bir sözlükten ya da bilen birinden destek almadan okunmaz halde mi olmalıdır. Ben bu konuda T. S Eliot’un aşağıda yazacağım görüşüne yakın durmaktayım. T.S Eliot, şiir üzerine şöyle bir beyanda bulunur: “diğer tabiat kanunlarından daha kuvvetli sadece bir tane kanun var… şiirin kanunu kullandığımız ve duyduğumuz gündelik dilden çok uzaklaşmamalı. Vurgulu veya heceli, kafiyeli veya kafiyesiz, vezinli veya vezinsiz olsun, ortak münasebetin değişen yüzüyle bağını koparmamalı.” Konuşma dili olduğu gibi şiirde ortaya çıktığında da karşımıza bir takım sorunlar çıkabilir. Şair şiirinin kurgusunda buradaki ölçüyü öngörmelidir. Belki de başka bir şair William Butler Yeats’in dediği gibi; “bilge bir adam gibi düşün, fakat kendini sıradan bir adam gibi ifade et” önermesi gerçekçidir. Bizde de bunun en güzel örneği Yunus Emre’dir, yüzyıllar sonra bile kullandığı dil bu güne bir şeyler söyler. Bu kısa yazıda şiir ve şair üzerine düşünmeye çalıştık, umarım bir katkı sağlamıştır.


şiir incelemesi tadında


Cins Dergisi'nde yer alan şiir incelemesi.  


https://www.gzt.com/cins/kapalicarsiya-disaridan-bakan-adam-cansever-edip-3685546

kadınlar üzerine

Cins Dergisi'nde yayınlanan kadın cinayetleri üzerine bir yazı. 


Birinde öldürdü aşk, diğerinde her şeyi affetti


Her gün internetten, televizyondan ve başa mecralardan haber okuyoruz. Bunların bazıları bizde o anki durumumuza göre bir anlam bırakıyor ya da çoğuna bakıp geçiyoruz. Ama bazı haberler üzerine düşünmek ve yeni anlamalar üretmek istiyor insan. Geçtiğimiz günlerde okuduğum birbirlerine yakın gördüğüm iki haberi biraz detaylandırmak istiyorum. İkisinin de aktörü birer kadın. Mesele kadın, aile, çocuk olunca insan daha farklı bakışla olayları ele alma ihtiyacı hissediyor. Malum ülkemiz kadın cinayetleri konusunda iyi bir tabloya sahip değil. Bazen modern hayatın açmazları diyoruz, bazen bilinçsizlik ve bazen de canilik. Neyle ve ne şekilde ifade edersek edelim kadınlar birileri tarafından öldürülmeye devam ediyor. Kişilerin hayatını sorgulayabiliriz belki, iletişim yanlışlıklarından bahsedebiliriz ama bir cinayetin tarafını savunmak gayri ahlaki olur. Sadece 2019 verilerine baktığımızda karşımızda acı bir tablo var. İçişleri Bakanlığı’nın resmi verilerine göre 2019 yılında öldürülen kadın sayısı 299 olarak kayıtlara geçmiş. Bu cinayetlerin yüzde 72,8’i evlerde işlenmiş ve faillerin yüzde 95’i eş, partner ya da akraba. Yani bir çok kadın en güvendiği, hayatını paylaşamaya adım attığı, gelecek hayalleri kurduğu ve kendini güvende hissettikleri tarafından öldürülüyor. Bunun üzerine düşünmeye değer diye düşünüyorum. En son nisan ayında basına yansıyan bir kadın cinayeti daha yaşandı, belki ben bu yazıyı yazarken başka bir kadın öldürülüyor. Onların ilgi çeken bir hikayesi olmazsa da çoğu zaman haberdar olmuyoruz. Burada bahsetmek istediğim cinayet Rize’nin Fındıklı ilçesinde yaşayan aynı zamanda AK Parti İlçe Başkan Yardımcısı olan Gamze Pala cinayeti. Gamze Pala, ona aşık olduğu ileri sürülen bir şahıs tarafından öldürüldü. Zanlı açıklamasında aşkına karşılık alamadığı için bu cinayeti işlediğini söylemiş. Gerçekten aşık mıydı ve karşılık alınamayan bir aşk insanı bu kadar çileden çıkarabilir mi, bunun üzerine de düşünmeye ihtiyacımız var gibi. Aşk gibi masum ve asil bir duygu, bir insanın ölüm sebebinde yer almalı mı? Kadın örgülerinin meşhur bir sloganı var, “öldüren sevgi istemiyoruz” diye. Gerçekten karşılık alamadığında biri öldürebilecek kadara vahşileşen bir sevgi olmasa daha iyi. Aşk ve sevgiyi; şuursuz, narsist, hasta ruhlar elinden alan bir sistem olsa da, ona hep birlikte biat etsek. Psikopat bir erkeğin aşkı bahane ederek yaşamına son verdiği kadınlardan sadece biri Gamze Pala; belki iyi yemek yapmadı, çocuğuna düzgün bakmadı, komşuda çok kaldı gibi bir dizi bahanelerle sürekli ölüyor kadınlar. Gamze Pala’nın suçu da bir aşka, ki bunun adı aşksa karşılık vermemek oldu. Gamze Pala böyle anlam veremediğimiz bir sebepten artık yaşamıyor; bize de aşk gerçekten böyle bir duygu olabilir mi, sorusu üzerine düşünmek kalıyor.

Şimdi başka bir kadından bahsetmek istiyorum. Bu kadın yaşıyor. Bu olay da Hatay’ın İskenderun ilçesinde meydana gelmiş. Berfin Özek diye 20 yaşındaki bir kızın yüzüne sevgilisi asit dökmüş. Ve artık Berfin’in yüzü bir bakanın bir daha dönüp bakmak istemeyeceği bir halde. Bunu yapan da Berfin’in erkek arkadaşı. Burada olay daha farklı bir seyir göstermiş. Berfin’in erkek arkadaşına bu suçtan dolayı 13 yıl hapis cezası vermişler. Kadın örgütleri falan Berfin’e sahip çıkmış. Ama Berfin herkesi hayret içinde bırakacak bir karar aldı. ‘Ozan’ı seviyorum onunla evlenmek istiyorum, bu yüzden şikayetimden vazgeçiyorum’ diye dilekçe yazdı. Burada da her şeyi affeden bir aşk var. Berfin hayat boyu belki bir daha eski güzelliğine dönemeyecek. O acının izini yüzünde yıllarca taşıyacak. Bir insan için çok ağır bir gerçek bu. Ama sevdiği adamı affetmeyi seçti. Peki burada da şunu soralım; aşk her şeyi affeder mi ya da affetmeli mi? Bir yargıya varmak istemiyorum, göreceli bir durum ama herkes bunun sorgulamasını kendi içinde yapabilir diye düşünüyorum.

Birinde öldüren bir aşk, birinde her şeyi affeden bir aşk. Yunus Emre’nin bir sözü vardır; “gören kim görünen kim, kaldım güman içinde” diye. Tam da öyle bir durum insanı güman içinde bırakıyor. Haberi okuduğumda Berfin’in ahmaklık ettiğini düşündüm, sonra empati yapayım dedim, aşk bir çok şeyi affedebilir belki ama yaşanmışlık yine orada gözlerini iri iri açar bize bakar diye düşünüyorum.

Aşık olduğunu iddia ettiği bir adam tarafından öldürülen bir kadın, sevgilisi tarafından hayatı yaşanmaz hale getirilen başka bir kadın… Biri bunu hayatıyla ödedi diğeri affetmeyi seçti. Bize de aşk nedir, ne olmalı üzerine uzun uzun düşünmek kalıyor. İki örnekte de erkeklerin karnesi kötü. Amacım bir durum değerlendirmesiydi yoksa erkelere genel bir yaftalama yapmak değil.


film incelemesi

ÇETO Dergisi'nde yayınlanan film incelemesi. 


Çocukça bir erdem klasiği: Cennetin Çocukları


Gece olunca herkesten gizli

Bir işimiz vardı çok garip.

Ayakkabıları dizerdik kardeşimle

Hırsızlar gibi taşlığa inip.

Fazıl Hüsnü Dağlarca


Çocukluk, dilsiz hazinemiz. Hayatın belki de en kaygısız zamanları. Anlamsız parçaların bir araya gelip bir bütün oluşturmak için yaşandığı yıllar. Anne ve baba arasında en uzun yolculuk. Kimimiz için çok keyifli kimimiz için yorucu, acımasız. Ama bir ‘ben’in adım adım doğuş yılları. Kim kendini soyutlayabilir ki; ailenin gölgesinde serinlediği o yıllardan kim kaçabilir ki, gözünün göze değdiği bir sevinç anından. Bazen bir bayram günü, bazen okula başladığın ilk gün, bazen mektepte geçirilen ilk dakikalar. Elif ve ondre arasında bağlantı kurduğun yıllar. Herkes için özel ve anlamlı değil midir orası. Yaş alırız kalbimiz heyecanlandığında ya da yorulduğunda orada durur. Çünkü oradadır, yeryüzündeki ilk kalkışma, yakınlaşma. İşte o büyük gölge çocukluk üzerine bizi bir yolculuğa çıkarak bir filmden bahsetmek istiyorum. Film İran yapımı, yayınlandığı yıl olan 1997’de de olumlu tepkiler almış. Cennetin Çocukları. Mecid Mecidi’ye ait olan bu film İran Yeni Dalgası açısından da ayrı bir yerde duruyor. İran Sineması’nda çocuk temalı filmlere çok sık denk gelebilirsiniz. Bunun bir nedeni de devrim sonrası sinemaya koyulan kurallardır. Bunu aşmak için bir çok yönetmen çocuk dünyasına başvurmuştur. Burada biraz Mecid’i sineması ve İran Yeni Dalga’yı açımlamaya ihtiyaç var. 1960’lı yılların sonuna doğru yeni dalga akımı başgöstermiş, filmlerin dili entelektüel bir hal almaya başlamıştır. Yerelden evrensele bir çizgide devam eden bu filmler, şiirsel bir bellek ortaya koymuştur. Majidi bir söyleşinde “devriminden önce İran, halısıyla, fıstığıyla ve petrolüyle tanınıyordu, ama devrimden sonra sinemasıyla tanındı. Sinema aracılığıyla dünya halkı İran kültürüyle tanıştı” ifadelerini kullanmaktadır. Günlük yaşamın sıradanlıklarına uzanan hikayelerde gerçeklik kullanımı belgesele yakın bir anlama kavuşmuştur. Yeni Dalga akımını başlatan ve Avrupa’da da övgü alan film Mehrjui’nin “İnek” adlı filmi olarak görülür. Ancak bunun daha öncesi vardır. 60’da çekilmiş olan ‘Kara Ev’ adlı film aslında İran yeni sinema dilinin ilk örneği ve kendinden sonra gelen kuşağa da bir bakış açısı kazandırmış ve öncülük etmiştir. İran Yeni Dalgası’nın öne çıkan ve dünyaca ünlü festivallerde ödül alan yönetmenleri; Kiarostami, Ferruhzad, Beyzai, ve Kimyavi’dir.

Filme gelecek olursak; Ali ve Zehra iki kardeştir. Hasta bir anne fakir bir baba vardır. Bu iki kardeşin birinin ayakkabısı yoktur. Okula gitmek için dönüşümlü olarak aynı ayakkabıyı kullanırlar. Okulda bir gün bir yarışma düzenlenir, üçüncülük ödülü de ayakkabıdır. Ali yarışmaya katılıp spor ayakkabıyı kazanmaya kararlıdır. Kardeşini sevindirmek ister ama yarışmada birinci olur. Ali buna hiç sevinmez ve üçüncü olamadığı için kahrolmuştur. Sıradan gibi duran bu hikaye film ilerledikçe, insanın içine işleyen bir drama dönüşür, bu dram adeta hayattan kurgulanmış bir görüntü değil hayatın kendisidir. Bu film İtalyan Yeni Gerçekçiliğin kült filmlerinden olan Bisiklet Hırsızları ile karşılaştırılır. Ama Mecidi’ye göre arada fark vardır ve o farkı da şöyle dile getirir; “Batı inancında insan doğanın ve şartların esiridir, hareketleri zorunludur. Fakat bizim inancımızda insan şartları değiştirebilir, hatta kelâmdaki tabiriyle insan irade sahibidir. Batı anlayışında insan mecbur kaldığında her şeyi yapabilir, insan öldürebilir, katliamlar yapabilir. Oysa bizde bu böyle değildir, her zaman manevî değerler daha üstündür. Dolayısıyla Cennetin Çocuklarında gördüğünüz fakirlik utanç verici bir fakirlik değil aksine içinde izzet, onur, ihtişam barındıran bir fakirlik”. İslam öğretilerini hayatına rehber edindiğini ve bu dili filmlerine de yansıtmak istediğini söyleyen Mecidi’nin filmlerinde anti kahramanlar tamamen kötü insanlar değildir. Mecidi’nin filmografisi incelendiğinde de doğru-yanlış, iyi-kötü, helal-haram ayrımı yaptığı görülebilir bir gerçektir. Filmde fakir olarak gördüğümüz baba caminin şekerlerini kırmaktadır, o sırada kızından çay ister, kızı çayı getirdiğinde önünde duran şekerlerden kullanmak yerine evin şekerini kullanmayı tercih eder. Neden böyle yaptığına soran kızına ise; bu şekerlerin kendisine emanet olduğunu onları izin almadan kullanamayacağını söyler. Baba figürü burada İslam geleneğine uygun olarak fakir ama erdemli bir insandır. Aynı zamanda merhamet dolu. Cennetin Çocukları, insani ilişkiler, çocuk dünyası, erdem üzerine kurulmuş bir örgüdür. Bir de Ali’nin birinci olduğu halde hiç mutlu olmaması insanı hayata sorgulamaya iter. Mesele başarıda en üst noktada olmak mıdır, ihtiyaçlarının karşılandığı bir yerde bulunmak mıdır? Filmi izledikten sonra bunun üzerine uzunca düşünmeye vaktimiz kalıyor. İnsanın ruhuna ve düşüncesine naifçe dokunan Cennetin Çocukları izlenmesi ve üzerine düşünülmesi gereken bir film.

sinema ve düşünce

Butimar Dergisi'nin Sezai Karakoç özel sayısı için yazdığım yazı.  


SEZAİ KARAKOÇ’TA SİNEMA DÜŞÜNCESİ

Türk Sineması deyince ne anlaşılması gerektiği konusunda her zaman kafalar karışır. Yeşilçam'a mı Türk Sineması demeliyiz, Ömer Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ çizgisine mi? Bir de son yirmi yılda varlıklarını yoğun bir şekilde hissettiren Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu çizgisi var. Ara dönemlerde de Yılmaz Güney gibi isimlerin varlığı söz konusu. Sahi neye Türk Sineması diyoruz? Ya da Türk Sineması dediğimiz zaman bir akımdan bir düşünce etrafında gelişmiş bir sinema olgusundan söz edebiliyor muyuz? Bundan söz edemiyoruz bunun çeşitli sorunları var ve Türkiye has gerçekler bağlamında ele alınması gereken bir konu. Türk Sineması dendiğinde daha çok belli başlı yönetmenlerden söz edebiliyoruz. Türkiye'de sinamayı bir millet meselesi olarak ele alan düşünür, yazar sayısı da yok denecek kadar az. Biz bu yazıda; Sezai Karakoç'un otuz yıl önce kaleme aldığı bir sinema yazısına yakından bakacağız. Sezai Karakoç sinema karşısında neyi öneriyor, bunlar etrafında dolanacağız. Karakoç'un elbette 1960'lı yıllardan itibaren sinema üzerine yayınlamış birçok yazısı mevcut. Kitaplarını okuyanlar bunlara denk gelmiştir. Ayrıca Sezai Karakoç'ta sinema düşüncesi diğer edebi üretimlerine de yansımıştır. Şiirlerin de sinemanın izleri dikkatle bakıldığında görülebilecek bir gerçekliktir. Yine İslamî camiada bir dönem üzerine çok yazılan "rüya sineması" kavramı Karakoç'a aittir. Bu kavram önermesi üzerinden birçok isim sinema ve hakikat bağlamında yazılar kaleme almıştır. İhsan Kabil, Sadık Yalsızuçanlar, Ayşe Şasa bu kavram etrafında yazmıştır. Enver Gülşen'in de hakikat sineması ekseninde yazdığı yazılar bu bağlamda ele alınabilir.

 

SİNEMA CİDDİYE ALINMALI

Karakoç 1988 yılında yazdığı sinema başlıklı yazısında; öncelikle sinemanın önemine vurgu yaparak başlamaktadır. Sinemayı televizyonla kıyaslarak sinemanın insanlar üzerinde daha fazla tesiri bulunduğundan söz etmektedir. Ayrıca sinemayı, tiyatro gibi sosyal hayatın içinde bir alan olarak görmektedir. Burada sinemanın toplumsal bellekteki önemi de vurgulanmıştır. Sinema televizyon kıyaslamasında da sinemaya has bir özelliğe değinmektedir. Büyük ekranda izlenen bir film, insanı daha fazla o atmosfere ait hissettirmektedir. Sinemanın insan üzerindeki etkisi alanında bu geçmişten beri vurgulanan bir gerçekliktir. Bununla birlikte sinemayı devlet tarafından başıboş bırakılmış bir alan olarak görmektedir. O zamanlar henüz sinema genel müdürlüğü kurulmamıştır. Sinema, bir müessese olarak hizmet vermemektedir. Bunun yanlış olduğunu savunan Karakoç, devletin sadece sinemaya sansür uygulayarak, sinemanın gerçek etkisini görmezden geldiğini hatırlatmaktadır. Sansürün de anlamsız bir uğraş olduğuna değinmektedir. Devletin sinemaya daha fazla destek vermesi gerektiğini ve sinemayı ciddiye alması önermektedir.

 

SANAT OLDUĞU GERÇEĞİ UNUTULMAMALI

Sinemanın yedinci sanat olduğunu özellikle ifade eden Karakoç'a göre; bu sanat ihmale gelmez. Şiir gibi edebiyat gibi büyük sanatlardan biridir sinema. Bu ciddiyetle yaklaşılmalıdır. Sinema sektöründe teknik açıdan kusur bulunmadığını hatırlatan Karakoç, sanat açısından ise sürekli düşüş gösterdiğini hatırlatmaktadır. Bu savını Yeşilçam filmlerini örnek vererek güçlendirmektedir. Fakir kız, zengin oğlan etrafında dönen Yeşilçam melodramlarının Türk sineması olarak kabul edilemeyeceğini savunan Karakoç, bunun karşısnda manevi değerlerini öne çıkaran, milletin ruh dünyasını önceleyen yapımların yer alması gerektiğini savunmaktadır. Üzerinde iyice düşülmüş senaryolar, güçlü edebiyat uyarlamaları ortaya çıkmadığı sürece Türk sineması denen bir gerçeklikten söz edilemeyeceğini önemle vurgulamaktadır. Karakoç'a göre Yeşilçam'ın tek faydası eski İstanbul görüntülerini içinde barındırmasıdır. Yeşilçam'ın bu özelliği, paha biçilemez belge niteliğindedir. Nasıl bir sinema anlayışı olması gerektiğinden söz ederken ise şu ifadeleri kullanmıştır; "Meşhur değil meçhul, genç, yeni yeteneklerden oyuncu, meçhul değil meşhur edebi eserlerden senaryo esasına dayanan, kendi kültürümüzü, inanç ve ahlakımızı, kendi öz hayatımızı esas alan bir sinema kurulmadıkça, sinemamız var denilemez. Suni, köksüz, çağ dışı sanat zevkini öldürücü, bir sinemaya sinemamız demek mümkün değildir. Elbette ki onun bahsettiği manevi sinema anlayışı Kanal 7 ve TGRT’de sıkça görmeye alışık olduğumuz yapımlar değildir. Yapımların sanatsal değeri olması gerektiği gerçeği göz ardı edilmemelidir.  

BU FİKİRLER TARTIŞILMALI

Karakoç bu yazıları bugün yazıyor olsa elbette üzerine daha güncel şeyler söyleyecektir. Ama metnin ruhunda değindiği sorunlar günümüzde farklı bir boyut kazanarak devam etmektedir. Hala Türk sineması dediğimiz şeyin ne olduğuna dair net bir tanım yoktur. Belli başlı yönetmen adları sayabiliriz. Batıda ve başka birçok ülkede örneklerini görebildiğimiz akımlar Türkiye'de varlık gösterememiştir. Bir akım bir ekol etrafında yapılan işlerden çok bireysel işlerden söz edebiliriz. Belki bunun yolu,  Sezai Karakoç gibi düşünürlerin ortaya attığı fikirleri daha çok tartışmaktan geçiyor.

 

şiir incelemesi

 Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi'nde yayınlanan bir şiir üzerine düşünceler. 


Rachel Corrie şiiri üzerine izdüşümler


Filistin 1948'den beri acı, ızdırap ve gözyaşı dolu. İsrail'in işgalinin ardından Filistin'den bir gün bile güzel haberler alamaz olduk. Daha geçtiğimiz bayram sürecinde İsrail'in işgali ile yaşanan olaylarda; 227 kişi hayatını kaybetti. Bunların 64 tanesi çocuktu... Filistin'i bir dava olarak görüyoruz, bir gün özgürlüğüne kavuşmuş olmasını hayal ediyoruz ama biz bu hayalleri kurarken orada insanlar var olabilmek için ölüyorlar. Şimdi sözü Filistin'de hayatını kaybedenlerin en meşhur kişisine getirmek istiyorum. Rachel Corrie... Bu ismi ilk kez 2003 yılında duydu dünya. Belki onun tüm hayatı haksızlığa karşı bir mücadeleydi ama bunun bedelini canıyla ödediğinde haberdar olduk çoğumuz. 1979 yılında ABD’de Washington’a bağlı Olympia kentinde doğdu Rachel. Eğitimini bir devlet okulunda sürdüren Corrie, mezuniyetinden sonra yazar ve oyuncu olmak istiyordu. Eğitimine devam ettiği sıralarda dünyada, çevresinde olanlara duyarsız kalmıyor, aktif biçimde küresel, sosyal problemlerle ilgileniyor, etkinliklere katılıyordu. Olympia Adalet ve Barış Hareketi’nin de bir üyesiydi.

Bir gün Filistin'e geldi. İntifada sırasında Filistinlileri savundu. Ancak 16 Mart 2003 günü Gazze’deki Refah Mülteci Kampı’ndaki bir doktorun evini yıkmak için gelen buldozerin karşısında durduğunda, buldozeri kullanan kişinin bu kadar soysuzlaşacağını düşünmemişti. Şoför buldozeri Rachel Corrrie'nin üzerine sürdü ve Rachel oracıkta hayatını kaybetti. Dünyanın öteki ucu Amerika'dan Filistin'e gelen Rachel, içindeki insanlığın bedelini canıyla ödedi. O dönemde yazdığı bir mektupta şunları söylüyordu: "..Dün iki küçük çocuğun ellerinden tutmuş olarak tankların ve bir nişancı kulesinin, buldozerlerin ve jiplerin önünde evini terk eden bir babayı seyrettim. Hepsinin birden vurulacaklarından endişe ettiğim için tankla onların arasında durdum. Bu her gün oluyor ancak bu babanın iki çocuğuyla öyle aşırı üzgün bir halde yürüyüp çıkışları beni çok etkiledi.." 27.02.2003

Başka bir yerde ise şöyle diyordu: "Çoğumuz hatta aslında hiçbirimiz, bu kadar duyarlılığa ve cesarete sahip olmadık. İçimizde hissettiğimiz acının peşinden gitmedik. Durduk. Sonuçlarına katlanamazdık çünkü. Televizyondan seyretmesi daha kolaydı. Gazetelerden okumak da öyle. Oturduğumuz yerden bir şeyler karaladık en fazla. Öfkelendik, kaleme/klavyeye davrandık… Ha, şu anda ben de farklı bir şey mi yapıyorum? Hayır… Bu durumda seyircilerden biri miyim? Evet… İnsan olmak, en çok böyle durumlarda acı geliyor işte. Onurdan çok zulme yakın olup bu olanlara alıştığımız zaman… Umursamamaya, gazetede görünce sayfa çevirip televizyonda denk gelince kanal değiştirmeye başladığımız an… Orda ölenler biz olmadığımız için mi bu kadar rahatız? Yoksa kanıksadığımız için mi? Ölen her yerde ölüyor, giden hiçbir yerde geri gelmiyor oysa…"

Bu acı olay tüm dünyada ses getirdiği gibi Türkiye'de de hafızalardaki yerini koruyor. Türkiye'de 200'ü aşkın şiir yazıldı Rachel Corrie ile ilgili. Bunlar arasında şair Kâmil Eşfak Berki'nin Rachel Corrie'ye ithafen yazdığı şiir biraz daha öne çıkıyor. Şimdi şiire biraz yakından bakalım.

yeni çocuklar gelecek

dönüp geriye bakacak



Rachel Corrie’yi görecekler

anne, bana Rachel’ı anlat diyecekler



anne, “şey” diyecek: “şey tatlım, biz babanla…” diyecek

çocuk, annesini süzecek!...



ve çocuk, diyecek:

-anne, Rachel yaşıyor!...



ben, Rachel’ı bildim anne

ben, Rachel’ı sevdim anne



Rachel’ın güzelliğini bir bilsen!...

Rachel’ın bir yolun tam ortasında durduğunu bir bilsen!...



ben çağrılıyorum anne

bana içimde bir ses oluyor anne



baba!... insan insanın kurdudur derdin

insan insanın yurdudur diyebilirdin baba!...



baba! İçimden bana bir çağrı oluyor

kulak veriyorum insanın izzeti adına



aşk işte böyle bir şey, sâde ve yüce

benzer Rachel’ın yaptığı sürprize



Rachel geçmişte değil gelecekte kaldı

aşkın ve barışın değerini bileceklere



aşkta hile olmaz dedi Rachel

kanı toprağa aktı, çıktı Tanrı katına



o, sütsüz ninnisiz nereye? demedi

bir ruh annesi oldu Gazzeli çocuklara



baba!... Tanrı Ağacı bir yemiş daha verdi!...

Rachel elma dişlemeği severdi



büyüdü, büyüdü, büyüdü, büyüdü!...

bir insan suyu kaldı buldozerle toprak arasında…



varsın her şey geçsin anne!...

toprakta bir kahraman kaldı…



Rachel şöyle yazmış ailesine, arkadaşlarına:

-gidip okyanusu görmeğe hakkım var



soluk soluğa çöllere koştu Rachel

herkes için bir ölüm öldü Rachel



o’nda

fazlalıklardan kurtulmuşların bakışı var



dikildi işte yolun ortasında

rüzgârları solduranların karşısına!...



dikildi işte

anne! çekilmedi Rachel



anne! bir zulme karşı durmuş olan

bütün zâlimlere karşı durmuş olur…



-şey tatlım biz babanla bu akşam restorana!...

gidin anne! toprakta bir porsiyon kahraman kaldı



Rachel Corrie gelecekte kaldı…

Berki, şiirinde; Rachel Corrie'yi kendine ideal olarak seçen bir çocuğun dünyasından bahseder. Çocuğun anne babası olaya duyarsız ve köhnemiş eski dünyayı temsil etmektedir. Ama bu yeni çocuk Rachel'i anlamaktadır. O, onun için ulaşmaya çalıştığı bir ideal, bir gerçekliktir. İlk aşamada eski dünya eleştirilir, baba "insan insanın kurdudur" diye düşünür. Thomas Hobbes'a ait ve modern dünyayı temsil eden bu sözü çocuk reddetmektedir. "İnsan insanın yurdudur" baba der. O daha başka, daha merhametli, daha insanca yaşanılabilir bir dünyaya inanmaktadır. Rachel Corrie de bu anlamıyla gelecek dünyada bize sözünü söyleyecektir. Mevcut eskimiş dünya onu anlamaktan uzaktır. Rachel zalime karşı durmuştur. Bu bütün zulme karşı durmak anlamındadır. Çocuk bu duyarlılığın farkındadır. Aşklarımız, sevdamız, hayatı anlamlı kılan her şey çocuğun gözünde; Rachel Corrie'nin dünyasında anlamlıdır. O öyle bir dünya sunmuştur ki artık bize; hayat gerçek amacına ulaşmıştır. Zalime karşı durmak ve mazlumun yanında olmak görevi. Çocuk, bu bilince Rachel'in dünyasında ulaşmıştır. Rachel çocuk için bir kahraman gelecek gerçek dünyanın bir yansımasıdır.

Çocuk ise, Müslüman Hristiyan, Yahudi ve dinsiz olabilir. Çocuğun en bariz özelliği zulme karşı mazlumun yanında yer alması. Ve daha adil daha gerçek yaşanılabilir bir dünyayı savunması. Çocuğun tanımlanmayış oluşunu Müslüman dünyaya bir eleştiri olarak da düşünebilir. 70 yıldır devam eden İsrail zulmüne karşı; İslam dünyası sessiz ve görmezden gelmeye devam ediyor. Gerçek ve kalıcı bir çözüm için adımlar atılmış değil. Buradan bakıldığında çocuk; merhametli, adalet duygusu oluşmuş dünyanın tüm insanlarını temsil ediyor. Cinsiyetinin de özellikle belirtilmemesi üzerine de düşülmeli. Kız ya da erkek; ne fark eder zulmün karşısında ve mazlumdan yana.

Ayrıca Rachel Corrie için yazılmış bir şarkı da var. Rüzgârın Kızı adlı bu şarkıyı Almora grubundan dinleyebilirsiniz.


sinema yazısı

uzun süredir matbu olarak yayın hayatını sürdüren Nihayet Dergisi'nde yer alan bir yazım.


 https://www.gzt.com/nihayet/vardanin-gozunden-varolusa-dair-anlar-3593241

sinema yazıları


online yazı ve düşünce mecrası olan dibace.net'te yer alan sinema yazılarım. 


 http://www.dibace.net/yazar/zeynep-karaca-yazdi/

şiirler

 

edebiyat üzerine, yazı ve incelemelerin yer aldığı edebistan.com adlı online sitede yer alan şiirlerimin de linkini bırakıyorum, buradan ulaşılabilir. 


https://edebistan.com/yazarlar/zeynep-karaca

şiir

 

Online şiir dergisi; petroleus'da yayınlananlardan biri. 

GODARD SİZİ TEBRİK EDİYOR


siz kırmızıya Mao Mao diye seslendiğinizde
sokakta avuçlarınızla kavrayacak bir et parçası aradığınızda
odalarınızı maharetli ve işlevsel kıldığınızda
dokunulacak yerler için
trafikte uzun kalıp bir bombayı kafanızda patlattığınızda
şehri aylak aylak dolanıp kendinizi hiç aramadığınızda
kadınları içe girip çıkılacak kadar yüzeyselleştirdiğinizde
okunan kitaplardan cümleler bulup iki insan arasındaki mesafeyi fetişleştirdiğinizde
ateşli şeylerden görüntü yaratıp
kendinizi Filistin'de ya da Paris'te
dolanırken bulduğunuzda
içinizden bir nehir ve gözyaşı aynı anda geçtiğinde
çok et yiyenle birbirini yiyeni aynı düşündüğünüzde
aldatıldığınızda ve aldattığınızda
ikisi arasında sadece oluşmamış
bir imge var sandığınızda
sokakları yürüyüş için kullanıp
birden kalabalıklaştığınızda
göz göze gelirken kaypak
içe dönüp patladığınızda
üstelik sadece keyif almak için yaşarken
birden dünyanın politikliğiyle vurulduğunuzda
patladığınızda durmaksızın içe doğru ve kalabalık ortasında
biri kulağınıza eğilip şöyle diyor
Godard sizi tebrik ediyor 

şiir

Yine Akatalpa Dergisi'nde yayınlanan şiirim. Bununla birlikte birçok şiirim aynı dergide yer aldı. 


SES AŞKA GÖLGE DEĞİL


Bu şehrin ışıkları yürümeyi unutmuş 
Ayaklar için mi yanar
İlk düşünü hatırlamaz insan 
Çünkü anne karnı yokluk
Nar saçılmaz çünkü taneleri ağlar 
Göz göze bakmaz 
Usturadır ortasından geçen 
Kanı da göremezsin 
Dünya bu rengin altında gizli
Doğarken ağlamak daha sessizdir 
Yaş aldıkça artan ağrıya nazaran 
İpi önce yumak yaparlar 
Açıldığında kilim 
Sözlere çokça aldan ki
Ses olup duymasın kulak
Doğuracak kelime olsaydı kader 
Tek bir cümle olurdu 
Ağrısız ayakta sarhoş baş 
Tükensin ses kelime ve ahenk
Çünkü söylemiştir yağmur 
Çiçeğe dokunduğunda aşk 
Bir dağı düşün yıkılmaz toprağın ağırlığından
Allah muhkemdir müteşabih değil
Damlaları biriktir 
Gökyüzü kalıcı değil
Bir hüznü gör ve çöz ki
Dişler ağızda kalıcı değil

şiir

 MEVSİMLERİN DEĞİŞTİRDİĞİ YAPRAK 


Bir yasa gerekli belki de
Meyveleri kabuğundan ayırırken 
Aşkı da böylece yüreğe bırakırdık
İncinmezdi her sözde bulunamayışı
Mevsimler niçin bir adla anılır 
Göz yeterli değil mi geçiş iklimine 
Gerçi elmalar da birbirinden ayrılır
Ağaçların yeşil ve sarı yaprakları arasında 
İnsan bilmek istiyor ve üzerine bilmekten yapılıyor bir el
Hani yosun bir taşı sararken hangi sırrını saklar 
Umut diyoruz bazı şeylere 
Çorapsız ayak üşürken kan yine hareket ediyor
Herkesin bir dağı olsa ve oradan bir kelime söylese hayata 
Belki aşkın yazgısı bilinir ses ağaca çarptığında 
Hayatım diye başlarken bir cümleye 
Dutun yaprağının altına sakladığı gibi belki her şey
Kesinlik bildiren yargılar benim kaderim değil
Eğik başla omuz yüksekte yürümek adım
Uzatsam elimi kalbimde bir boşluğa 
Ve hayatım merhaba ben geldim desem 
Bilmem belki hiç uzaklaşmayanıyım
Renk değiştiren yaprağın

SAYIKLAMALAR İKİ

 SAYIKLAMAR İKİ En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınını...