9 Mart 2023 Perşembe

depreme dair düşünceler

 

Toprağın sarsıntısı deprem

zihnimizin sarsıntısı öfke


Ülke olarak zor bir dönemden geçiyoruz. Siyasette olanlar ayrı değerlendirilebilir ya da bunun bir parçası. 6 Şubat’ta Kahramanmaraş merkezli deprem 10 ili kapsayacak şekilde gerçekleştiğinde; aslında tüm Türkiye olarak sallandık. Resmi rakamlara göre 50 bine yakın insan kaybettik, belki henüz bilmediğimiz daha gerçek verilere yıllar sonra ulaşacağız. Bölgede depremden etkilenen 13 milyon insan olduğu söyleniyor. Akrabalar ve ilişkiler bağlamında baktığımızda, ülkenin yarısı birinci dereceden etkilendi diyebiliriz. Gazetelerin “asrın felaketi” olarak adlandırdığı noktada biz başka bir gerçekle yüzleşmek durumda kaldık. Aslında devlet ve hükümeti yönetenler hiç de böyle bir afete hazır değilmiş. İnsanların basın yayın araçları üzerinden seslerini duyurmaya çalışmaları, bölgede kış şartlarının etkili olması, AFAD gibi bir kurumun örgütlü hareket edememesi, Kızılay’ın yardımlarının yetersiz kalması gibi birçok faktör karşısında; evde oturup acılara avunmak düştü payımıza. Sadece vicdani bir sorumluluk olarak; ayni ve nakdi yardımlarımızı ulaştırdık.

Üzerinden bir ay geçti ama böylesi büyük bir afetin yaralarını sarmak, birkaç ayla açıklanabilecek bir gerçek değil gibi. Hatay gibi illerin tarihi yapısı da düşünüldüğünde kısa sürede toparlanmayı öngörmek güç. Cumhurbaşkanı Erdoğan, deprem bölgesinde yaptığı açıklamada Adıyaman’a zamanında ulaşmadıklarını itiraf ederek bölge halkından helallik istedi. Böyle bir noktada sormamız gerekmiyor mu; halktan helallik istemeden önce; 20 yıllık süreçte yapılması gereken denetimler tam yapıldı mı? Bu kadar ağır bir bilançoda sadece yüze yakın müteahhit göz altına alındı, bu yeterli mi? Depremde bir an önce organize olunmadı ve bu daha fazla can kaybına sebep oldu, bunun için sıradan bir helallik istemek ne kadar doğru?

Genel olarak kader deniliyor, bu tam olarak neyin kaderi olarak görülmeli. İhmalkarlığın kaderi mi, yapılması gerekenleri yapmayıp acıyı paylaşmanın kaderi mi, imar aflarından doğan bilinçli ölüm tuzaklarının kaderi mi, organizasyonlardaki aksaklıkların kaderi mi, bilinçsiz bürokratların yanlış tercihlerinin kaderi mi. Halkın fazlaca din merkezli hayata bakıyor olması, çözüm önerilerimizin gevşek olması karşıda yaşadığımız hayata kader demek doğru mu. Dinde bir ilke olarak da; insan kendi iradesi ve gücüyle yapacağını yapmadan, önlem almadan başına gelenlere kader demesi gerçek bir inanç öğretisi de değildir zaten. Son bir hafta içinde Cumhurbaşkanlığı bünyesinde afetlerle mücadele başkanlığı kuruldu. Bu bile üç tane fay hattının geçtiği ülkede asla felaket başa gelmeden önlem alınmadığının itirafı gibi bir durum.

İnsan ölecekse bile, çaresizlikten ve yanlış yönetilme sonucu ölmek zorunda olmamalı. Evet depremin boyutu fazla büyüktü, etki alanı fazlaydı, mevsim şartları normal değildi. Bunlar gerekçe ama bu sürecin bu kadar insanı değersiz hissettirmesinin sonucu olmamalı diye düşünüyorum.

Bu depremin sonuçları kısa vadede politik alana yansır mı, henüz bir öngörüde bulunmak güç ama uzun vadede depremin etkisine birebir muhatap olmuş bölge halkının; dine, topluma ve insana bakışında bir yarık oluşacağını düşünüyorum. Yaşanan çaresizlik, politik alanda da zaman içinde kendini belirgin kılacak. Devletin ve hükümetin eleştirisini fazla bulup, afetin büyüklüğünü savunanlar var, evet büyük bir afet, fakat her şeyde Türkiye’nin ne kadar büyüdüğünden, dünya ekonomisinde yeri nerelerde olduğundan, Suriye’deki etkin gücünden, Mavi Vatan’la başardıklarından, Azerbaycan-Ermenistan savaşına taraf olmasından, yerli ve milli savunma sanayinden, her defasında gururlanarak; gücü övenler, biraz da deprem karşında organize olamayan bir yönetimden şikayetçi olmaları gerekmez mi. En azından vicdani adaletin böyle işlemesi gerekmez mi.

Halk olarak, yaraları sarmak adına adım atmamış olsak, felaketin acısının korkunçluğu altında daha da ezilirdik. Halkın birliktelik ve dayanışma duygusunun aktif işlemesiyle bir nebze olsun yaralar sarıldı.

İnsana yakışan, eşit, özgür ve hayat alanları insani şartlardan beslenen bir ülkeyi hayal etmek güç olmamalı. Biz her felakette ya da toplumsal olayda önce canımızı kaybetme duygusuyla yüzleşmemeliyiz; bizi yönetenler de her olayda ilk tercihi bize ölüm olarak sunmamalı. Halkını yaşatamayan bir devletin sosyal bilincinden söz edebilir miyiz. Halkın oyuyla seçilmiş, vergisiyle ayakta duran bir iktidarın, halkın şartlarını insani zeminde sürdürmesini sağlayamaması karşısında elbette tepki göstereceğiz. Burada yönetimin kim ve kimler olduğu değil önemli olan. Burada önemli olan biz halk olarak; yaşamak ve yaşamın güzelliklerini kutsamak istiyoruz. İlk tercih, ilk akla gelen, ilk neden olarak ölüm aramızda dolansın istemiyoruz.

Sonuç itibariyle zor, buruk, acılı ve öfkeli bir zaman diliminden geçiyoruz. Yaraları birlikte sarmak istiyoruz ama bu yarayı açan sistemi de tartışmak istiyoruz. Böyle zamanların politika yapmaya uygun olmadığı söyleniyor bize; eğer tepkiler zamanında verilmezse, yarın sıra bize geldiğinde itiraz edecek bir merci bulamayız. Önemli olan iktidarlar değil, önemli olan halk, iktidarın önemi ona ne kadar iyi bir yaşam alanı sunduğunda ortaya çıkıyor.

Biz oylarımız, vergilerimiz ve ürettiğimiz maddi manevi değer karşısında bu ülkede yaşamı yüceltmek istiyoruz; ilk seçenek olarak sunulan ölümü değil.

Deprem öykülerin, depremzedelerin, bizde açtığı manevi yaranın sarılmasının da kısa süreli bir uğraştan çok, önümüzdeki yıllarda toplumu dönüştüren bir yaraya dönüşeceğini şimdiden söylemek zor değil. İsterdim ki; biz acılardan ve olumsuzluklardan beslenerek, yarınları sağlam zeminler üzerine inşa etmeyelim. Ama zaman toplum ruhunda bir ölçü birimi olacağı zaman önce aldığı yaralara bakıyor. Şunu dileyerek bitirmek isterim; bu karamsar tablo, bizi, daha öz değerini bilen ve yaşam şuuru oluşmuş bir halk olmaya ulaştırsın.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SAYIKLAMALAR İKİ

 SAYIKLAMAR İKİ En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınını...