31 Mart 2023 Cuma

kadın ve eğitim

 

Kadın ve eğitim üzerine

birkaç düşünce


Cumhuriyet’in 100 Yılı’na girdiğimiz bu sene Türkiye’de kadınların eğitime katılımı üzerine düşündüğüm birkaç şeyi paylaşmak isterim. Bu sesli düşünme vasıtasıyla da sizleri de bu alan üzerine ortak derdime davet etmek. Eğitim üzerine sürekli düşünen biri sayılırım; ülkede üniversite sayısı 250’ye çıkmışken, bu kadar eğitimli insanlara ne oluyor, topluma yansımalarını görüyor muyuz, eğitimli olmanın sosyal hayatımıza katkıları neler etrafında düşüncelerim genişliyor. Açıkçası gördüğüm tablo bana çok iç açıcı gelmiyor çünkü ülkemizde eğitimli olmak kültürlü olmayı da beraberinde getirmiyor. Halbuki gerçek bir eğitimden bahsedildiğinde kültürlü olmak da onun ayrılamaz parçası olmak zorunda diye düşünüyorum.

Eğitimli olmak üzerine birçok eleştiri yapılabilir ama genel tablo olarak kadınların eğitim oranları ve topluma katılımı üzerinden ilerlemek istiyorum. TÜİK verilerine göre; “En az üniversite mezunu olan 25 ve daha yukarı yaştaki nüfusun toplam nüfus içindeki oranı ise 2008 yılında %9,8 iken 2020 yılında %22,1 oldu. Bu oran cinsiyete göre incelendiğinde; 2008 yılında 25 ve daha yukarı yaşta olup en az üniversite mezunu olan kadınların oranı %7,6, erkeklerin oranı %12,1 iken bu oran 2020 yılında kadınlarda %19,9, erkeklerde ise %24,4 oldu.”

Açıkçası bu durum eşitlik, adalet ve özgürlük temelli ve yüz yılını dolduran bir Cumhuriyet rejiminde üzülerek karşılanacak bir durum. Kadınların eğitimli olması, hayattaki rolleri ne olursa olsun, bizim gibi bir ülke için toplumu her zaman bir adım ileriye taşıyacak acil bir ihtiyaç.

Kırsal açısından düşündüğümüzde; eğitimsiz kadınların kısa süre içinde evlendirilmeleri ve sosyal hayatta konumlarının sadece “anne” olarak sınırlanması hemen hemen herkesin karşılaştığı bir gerçek.

Şehirde bir kadının eğitimsiz olması ise; bir fabrikada işe girmesi ya da kırsaldaki akranının kaderinden pay alması anlamına geliyor.

Eğitimi buradan bakınca insanın hayatı boyunca olmazsa olmazı gibi tapıcı bir noktaya taşımak istemiyorum. Ama ülke gerçeği açısından baktığımızda; evet olmazsa olmaz bir zorunluluk.

Eğitim alanlarının bir çoğuna cemaatler yuva yaparken muhafazakar temelli bir toplumda kadının eğitimsizliğinin nasıl büyük bir cehalete döneceğinin an meselesi olması herkesin malumu olacak bir gerçeklik.

Kadın okumadığında, sosyal adaletsizliğe daha fazla maruz kaldığı da bir gerçek. İkinci acımasız boyutu ise; hayatta kim olmak istediğine kendi karar veremiyor oluşu. Gerçekten bir anne olmak istiyor muydu, iş hayatında daha nitelikli yer almak istiyor muydu ya da kadın olarak kendini dünyaya nasıl kanıtlayabilirdi soruları da otamatikmen cevaplanmış oluyor. Evin ve yerin belli ve sen bir erkeğin tanımladığı alan kadarsın.

Virginia Woolf’un yüzyıllar önce Kendine Ait Bir Oda’da açmaya çalıştığı tartışmadan aslında yıllar sonra bile aynı kaderi yaşayan yığın olmak ne kadar can yakıcı bir nokta olduğunu size bırakıyorum. Neden Shakespeare çıkıyor da bir büyük kadın yazar çıkmıyor sorunu. Kadınlar olarak eşit koşullarda karşılık bulmadığımızın bir yansıması olan bu sorun, hala güncel bir yara olarak aramızda.

Kadının okuması ve sonrasında hayatta olmak istediği role kendi cevap bulması, sıradan ve küçümsenebilir bir gerçek değil. Hatta kadına bakışı temelden etkileyecek bir gerçek.

İran olmak, İran’a benzemek tartışması yaptığımız zamanlarda da tablo çok iç açıcı değil çükü İran’da kadınların okullaşma oranı bizden yüksek. Resmi verilerle şöyle: “Kadınların ön lisans eğitimindeki oranlı %40.8, lisans %62.3, yüksek lisans %36.6, Tıp alanında %56.8 ve doktora da ise %27.1’dir. Devrim sonrasında geleneksel evlilik kanunlarına geçilmesiyle birlikte kadınların eğitim meslek olanaklarından yararlanma imkânları azalmıştır”

Eğitimle kendi kozasından çıkabileceğini, en azından kendine ait bir bilinç geliştirebileceğine inandığım kadınlar için üzerimize düşen çok şey olabilir. Şimdi burada gündeme getirmem de bunlardan sadece biri. Kadın ve eğitim, kadın ve kendini tanımakla gelen bilinç, kadın ve sosyal hayat, kadın ve iş hayatı konuları da elbette bir noktada; eğitimli olmanın basamaklarından geçen bir sürecin sonu.

28 Mart 2023 Salı

Kitabım hakkında inceleme yazısı


Şiir kitabım üzerine İlker Nuri Öztürk'ün kaleme aldığı inceleme yazısı; Yitiksöz Dergisi. 

ŞİİRE RASTLAYAN KELEBEK

Şiire rastlamak zor demişti Süreyya Berfe, yakın zamanda kendisiyle yapılan bir söyleşide. Son beş yılda Türk Şiiri için bu cümleyi ne yazık ki daha sık duyuyoruz. Kapanan dergiler, şiir yayınlamaya ara veren isimler, ayrılan yollar derken ilk kitap enflasyonunda keşfedilebilmek zorlaştı. Dergiler ve yayınevleri arasındaki demir perde de bunun sebeplerinden biri. Politik gerilim, çevremizde gerçekleşen savaşların belirsizliği ise okurun durumunu etkiliyor. Metrobüsten mutsuz inen şehir insanı, plazada iş arasında onlarca reels izleyen beyaz yakalılar, değişen ve dönüşen dünyaya ayak uyduran ev hanımları vd. okuma yazmaya vakit ayırmakta zorlanıyor. Sunulan şiir kadar okuyacak kişide de üzerine düşünülmesi gereken değişimler var: “Yaşamak belki serindir hayal kurarken”.
Kibir gökdelenleri arasında yaşamaya ve yazmaya çalışan Zeynep Karaca, şiirde yeni bir şeyler okumak isteyenlerin ilk adayı olabilir. Ketebe Yayınları tarafından okura sunulan Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek, dergi sayfalarında adına rastladığımız 1988 doğumlu Karaca’nın şiirlerini toplu halde okumamızı sağlıyor. Kitapta ilk dikkatimizi çeken şairin kelime kullanımındaki cesareti oluyor. Bütün yaşadıklarından şiir çıkarmayı deneyen Karaca, birçok başarılı örnek sunuyor. Eski bir Çin bedduası olarak hatırladığım “İlginç zamanlarda yaşayasın” sözünü adeta “Aldım kabul ettim” dercesine benimseyen şair, şehir yaşamının marazlı yanlarını gösteriyor, Carl Gustav Jung’a tivit atmayı düşündürüyor, teknoloji geliştikçe hayatımıza giren twitter, beğeni, trendyol, piksel kelimelerine şiirinde yer açıyor: Bu sokak mümkün değil (Sy.9). Özellikle Google’daki Kesinti Üzerinden Vahyin Kesintisine Parodi adlı şiir bu açıdan okunmaya değer. Şiir, Peygamberimiz Hz. Muhammed’i Google yardımıyla tanımanın getirdiği kafa karışıklığını yansıtıyor. Ahmet Murat İkea şiirini yazıp bir dergi yerine Afili Filintalar sitesinde yayınladığında Türk şiirinde yeni bir pencere açıldı. Tam on yıl önce gerçekleşen bu hadisenin artçılarından en sağlamı olarak bu kitaptaki birkaç şiir örnek gösterilebilir. 
Duyguların öne çıktığı anlatımlarda mutlaka bir çocuk imgesi görüyoruz. Günümüzde ve geçmişte rastladığımız doğum olayı, kitabın ithaf edildiği “aşkın soyut dehşeti”, ölüm, eller, gelecek kaygısı, anne vs. konularında da dizeleri var Karaca’nın ancak onun özgün izlerini başka dizelerde görebiliyoruz. Belirtmeden geçmeyelim 41. sayfada yer alan şiir, anne üzerine yazılan etkileyici metinlerden biri: “Annemin fotoğrafı ondan daha uzun yaşıyor”. Bütün bu notlara baktığımızda Zeynep Karaca’nın Ah Muhsin Ünlü ile de akraba bir şair olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Karaca, kelime kullanımındaki cesareti bozma, yeniden yapma, üretme konusunda göstermiyor. 
Şiirinden planı ve matematiğe dayalı hesaplı anlatımı uzak tutuyor Karaca. Özellikle kadın şairlerde rastladığımız anlatımcı şiir içerisinde paylaştığı işaret fişekleriyle özgün bakış açısını parlatıyor: “Bir balta ile yaklaşmak isterdim zamana”. Biçim olarak kendi özgün tavrını kitap boyu koruyor. Çağdaşı şairlerin metrobüs şiire girer mi, enflasyon gibi şiirden uzak bir kelimeyi kullanmalı mıyız gibi sorularını düşünüp vakit kaybetmek yerine başta belirttiğimiz cesaretle günlük hayatta karşılaştıklarından kuruyor şiirini. Duygular karşısında şiire dönüşen kelimeler bize Türk Şiiri için yeni bir sesi müjdeliyor. Zeynep Karaca, ilk kitabında hayatta olduğunu her dizede bildiriyor. 


Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek üzerine

Şiir kitabım "Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek" ile ilgili Yitiksöz Dergisi'ne verdiğim cevap. 


Kitabınız Çıkınca Ne Hissettiniz? 

Hayatımızda bazı anları dondurmak isteriz. Bunlar daha çok mutluluk ve sevinç anlarına hitap eden vakitler, saatlerdir. Belki de ilk duygusu buydu diyebilirim. Bir tür coşku ve heyecan. Böyle hissetmeme sebep olan; sanat alanında bir emek verdikten sonra, bunu somutlaştırdığımız ânın heyecanıdır. Zaman zaman da geçmişimle bugün arasında gidip gelme duygusu yaşattı bana. Dokuz yaşında annesinin ölümü üzerine babasının odasına gidip şiir yazan bir çocuğun artık bir yetişkin olarak elinde tuttuğu o kitap belki de; bilincin çocukluktan bugüne akan bir gerçeklik olduğunu bana en sahici bir duygu olarak hissettirdi.
  Zaman aktı büyüdük, var olma deneyimimizi hayata kanıtlama uğraşı içine girdik ama neydi beni her zaman şiirde tutan duygu; biraz da bunun üzerine düşündüm. Şiirde durmak biraz; hayata ve onun bize sunduklarına bir sihirli göz olarak bakmak isteme cesaretidir. Bir istasyon herkesin her gün geçtiği bir yer olabilirken şairde bir anlam ifade etmesi de bu yüzdendir. Buralarla birlikte düşündüğümde; hayat karşısındaki savunmamım bir bölümünü yapmışım gibi hissediyorum. Yaşamak bize bir ödev yüklüyor bu kendi hayatımızın oluştururken durduğumuz yer ve anlamdan toplumdaki yerimize doğru akan bir yol denebilir. Yıllardır kafasının içinde buralara dair sorular sormuş ve cevap aramış biri olarak, sanki artık bir sesim var ve bu sesin ifade gücünün ulaşabileceği bir alanı da yaratıyorum duygusu da oluştu. Bir de şöyle duygular oluyor tabi; sözümüzü söyledik ama muhatabı bunu hangi gerçeklik bağlamında ele alacak. Günlük hayatın dilinden beslenen o imgeler okuyanların dünyasında a güne şöyle de bakılabilirmiş hissini uyandıracak mı? İnsan biraz da bunun merakıyla dolu oluyor. 
Tabi elbette bir şairin olmazsa olmazı olan keder ve hüzün, insan birden durup kalbine bakıyor, kanama durmuş mu? Acı artık somut bir gerçeklik olarak var olduğunu kabul ederken içime etkisi hâlâ aynı boyutta mı? Buraların cevabını da aradım. Bulduğum şeyler, biraz tuhaf. Bu ister bir aşk için çekilen acı olsun, ister dünyada var olma duygusu üzerine çekilen bir acı isterse de; dünyayı değiştirmek üzerine çekilen bir fikrin acısı olsun. Acı çekmek benim kanaatimde insanı tuhaflaştırıyor, her yerin o yabancısı gibi birine dönüştürüyor. Kitapla birlikte de bu acının da artık adını bir şekilde koymuş oldum duygusu geldi. 
Bütün bunların üzerinde; mutluluktan ve keyiften kendime açtığım o alanda, insan olmanın tüm duyguları aynı anda ortaya çıktı gibi bir şeye dönüştü. Burayı açıkça tanımlamak istememekle birlikte kitabın anlamı toplumdaki karşılığını bulmaya başladıkça; evet bunu hissetmiştim gibi bir duygu olarak bendeki varlığını yaşatacak diye düşünüyorum. 
Yaşam boyunca, hayatın neye karşılık geldiğini ve neye değdiğini bir merak unsuru olarak içimde taşıdım. Kitap çıktığı andan itibaren de; benim dünya üzerine kelimelerle yapmaya çalıştığım bu savunu, bakalım neye dönüşecek duygusunu da yoğun hissettim. Aslında kendinizi iyi hissettiğiniz anları açıklamaya çalışırken zorlanırsınız; bu tıpkı sevimli bir kuşun ya da kedinin neden size çok tatlı göründüğüne sebep aramak gibidir. Son söz olarak birden içimize doğan iyilikler Tanrı’nın lütfudur diyorum, bu anlar için sadece şükretmek isteriz. Çünkü bu bir nevi, içinizdeki iyi duyguya teşekkür etme isteğidir. 


                           

sinema yazısı


Matbu olarak çıkan Nihayet Dergisi'nde yer alan yazım.

----

Gerilim ve Korku Ustası Alfred Hitchcock Üzerine Notlar


Hollywood sineması deyince, herkesin aklına gelen belirli kalıp yargılar vardır. Aksiyonlu sahneler, hızlı kamera kullanımı, melodramlar, duyguları manipüle etmeye yönelik genel anlatılar... Bu temel yargıları kırarak farklı alanlarda etkinlik gösteren yönetmenler de var. Bunlardan biri hiç kuşkusuz Hollywood’da yetişmesine rağmen kendinden sonra oluşan akımlara da öncülük etmiş bir isim olan Alfred Hitchcock. İngiliz asıllı yönetmen mühendislik mezunu ve reklamcılıktan sonra film kariyerine Hollywood’da devam etmiş. Hitchcock’un ününün dünyaya duyurulma sürecinde etkili olan isimlerden biri; Fransız Yeni Dalga’nın kurucularından François Roland Truffaut. Her şey 43 yaşındaki Truffault’un 63 yaşındaki Hitchcock’a “sizinle tanışmak istiyorum” diye başlayan bir mektup yazmasıyla başlar. Truffaut gönderdiği mektupta şöyle der; “Hitchcock’un gelmiş geçmiş en iyi yönetmen olduğunu herkes anlayacak.” Hitchcock, talebini kabul ettikten sonra daha sonra kitap ve film de olan o uzun görüşme başlar. Bu kitap hakkında Martin Scorsese ise şöyle der: “Bu kitap sayesinde kendi alanımızın dışına çıktık.” Yine bu söyleşi de Hitchcock “her şey ışıktır ve ışık üzerine vurulmadan insan anlaşılmaz” der. “Sıradan oluşa razı olamıyorum” diye de ekler. “Filmlerinizde hep ilk günahın kokusu geliyor burnuma, bu doğru mu?” diye sorduğunda Truffaut, Hitchcock “evet” der. Katolik olduğunu da saklamaz. Eşiyle düğünleri kilisi de yapılmıştır.

Öncü bir kişilik

Sinemada gerilim yaratmanın ustası olarak da bilinen Hitchcock, bunu bomba örneği ile açıklar. Masanın altında bir bomba olsun ve masanın etrafında oturan iki kişi, ben gelirimi daha fazla artırmak için bombayı gösteririm” der. Bunu bir ifadesinde de şöyle dile getirmiştir; “Korku, masanın altında duran bombanın aniden patlamasıdır. Gerilim ise, masanın altında bir bomba olduğunu bilmektir.” Yine sinemaya katkıları arasında Vertigo Efekti sayılır. İlk kez Vertigo filminde kullandığı bu efekle daha sonra gelecek sinemacılara yol gösterici olmuştur. Vertigo Efekti kısaca şudur; konunun merkezini kadraj içinde tutarken, konunun önü, arkası ve yanındaki nesneleri hızlı odak değişimi sebebiyle değişime uğratır. Bu değişim görsel algıyı bozan tedirgin edici, farklı bir etki oluşturur. Vertigo filminden etkiyle çekilen filmler arasında Chris Marker’in La Jetee filmi sayılabilir.

Sinemanın öncü filmi: Sapık

Şimdi Arka Pencere (Rear Window), Ölüm Korkusu (Vertigo), Kuşlar (The Birds), Gizli Teşkilat (North by Northwest), Ölüm Kararı (Rope), Aşktan da Üstün (Notorious) gibi filmleriyle tanıdığımız Hitchcock’un kült eseri Sapık (Psycho) filmine biraz daha yakından bakalım. Filmin başrol oyuncusu Marion Crane, evlenme hayali olan kendi başına yaşayan bir kadındır. Patronuyla iş yapan zengin bir adam bir gün yüklü miktarda bir para emanet eder. Crane bu parayı bankaya yatırmak yerine kendine harcamaya karar verir ve yola çıkar. Davranışlarını şüpheli bulan bir polisten kaçmak için yol üzerinde bulunan bir otele gider. Hikayenin buraya kadar olan bölümünde hep polisle bir gerilim olacağını düşünürüz ama devamı bizi yanıltır. Sinema tarihinin en etkili sahneleri arasında yer alan duş sahnesi burada ortaya çıkar. Daha sonra otel sahibi Norman Bates’in psikopat ruh haline şahit oluruz. 1960 yapımı olan filmde o dönem izleyicileri arasında bu sahne infial yaratır. Filmi izleyen seyirciler bu sahneye geldikleri zaman çığlık atarak tepki verirler. Hitchcock ise, bu film için “Beni memnun eden şey filmin seyirciyi etkilemiş olması” der. Martin Scorsese ise daha öncesinde 2. Dünya Savaşı ve Vietnam Savaşı’nı yaşamış bir dünyanın sinemada bu yeni anlatım tarzına hazır olduğunu söyler. Hitchcock Sapık filmi ile seyirciyi bu gerçekliğe açık hale getirmiştir bu başarıdır der. Hitchcock ise Sapık için, “Bu hikaye veya roman değildi, salt filmdi. Tüm dünyada insanların tepki göstermesine sebep oldu, bundan dolayı gurur duyuyorum. Bu size, bana ait bir filmdi” ifadelerini kullanır. Filmin psikolojik açıdan okuması da Odipus Kompleksi üzerinden yapılır. Freud’un ortaya attığı bu teoriye göre; erkek çocuk anneye aşık olur. İd evresinde gerçekleşen bu olay aşılamadığında sonraki süreçler farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Bu film de; anneyle ilk ilişkisinin sorunlarını çözememiş birinin psikopata dönüşme gerçekliğine vurgu yapar. Hitchcock, Truffaut dostluğu ise bu olaydan sonra yoğun bir şekilde karşılıklı mektuplaşmalarla devam eder. Hitchcock’un ölümünden dört yıl sonra da Truffaut vefat eder.

19 Mart 2023 Pazar

6284 kanunu üzerine düşünceler

 

Sorun 6284’te değil

erkeğin” zihninde


Türkiye’de siyaset son günlerde hareketli bir ivme kazandı. 14 Mayıs’ta yapılacak Genel Seçimler öncesi; ittifak olunan partiler, cumhurbaşkanlığı adayları, sürekli yayınlanan anketler derken, ülkenin gündemi tamamen seçimlere evrilmiş durumda. Depremin açtığı yara bir yandan kapatılmaya çalışılırken bir yandan da yoğun siyasi gündem altında öne çıkma imkanını kaybetti. Bu siyasi hareketlilikte benim dikkatimi çeken bir konu üzerine bir şeyler söyleme ihtiyacı hissediyorum. Yeniden Refah Partisi, Cumhur İttifakı’na katılma görüşmeleri yaptılar. Henüz bir sonuca bağlanmayan görüşmede; Yeniden Refah Partisi 30 maddelik bir istek listesi hazırladı. İttifaka dahil olmak için hazırlanan listede; kadına karşı şiddeti önlemesi amacıyla 2012’de yürürlüğe giren 6284 kanunun kaldırılmasını talep ettiler. 6284 sayılı kanun genel hatlarıyla; şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirleri düzenliyor. Konuyla ilgili iktidardan AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin ve Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık karşı çıkarak, seslerini yükseltti. Fakat gelinen noktada Özlem Zengin tehdit edildiğini söyledi.

Birinci aşamada; içinde yaşadığımız toplumda bir yakını şiddet mağduru olmayan kaç kişiyiz, düşünmeye değer. Ve bu şiddet vakaları genel olarak; daha güçsüz bulundukları için kadın ve çocuklara yapıldığı hepimizin malumu.

İkinci aşamada; muhafazakar kadın dediğimiz, varlık sebebini daha çok din üzerine kurmuş kadınlar, artık toplumsal statüleri, evle sınırlı alanlar olmanın dışında gelişiyor. Özellikle yeni nesil muhafazakar kadınlar; sosyal hayatın içinde daha fazla yer alıyor. Bu da sonuç olarak erkekle aynı noktalardan hayata bakma ve haklar talep etmeyi meşru kılıyor.
Üçüncü aşama olarak; bazı muhafazakar ve din temelli partiler, kadınlarda bu dönüşümü göremedikleri için kadın algısını tarikat temelli konumlandırıyor. Türkiye’deki gerici tarikat ve cemaat zihnine has “kadın” algısını sosyal hayatta da meşru kılmak istiyorlar. Tarikat ve cemaatlere bakarsak durum oldukça vahim Ortaçağ karanlığına eş kadın algıları mevcut. Hiçbir zaman kocasının sözünden çıkmayan, eşit ilişkilerin asla mümkün olmadığı bu bakış açısının Yeniden Refah Partisi gibi din temelli bazı partiler tarafından da gündem maddesi yapılması, içinde yaşadığımız korkunç durumda bunları konuşmaya mecbur bırakıyor bizi.

Kaldı ki; mevcut kanun da bile şiddet vakaları ölümle sonuçlanıyor. Bu kanun yürürlükteyken bile; 2017'de 353, 2018'de 279, 2019'da 336 ve 2020'de ise 266 kadın cinayeti işlenmiş durumda.

Durum bu kadar vahimken; Türkiye sınırları içinde var olan bir partinin bunu gündem maddesi yapması, akılla açıklanamayacak kadar vahim bir durumun işareti.

Kadına yönelik şiddetin ve ölümün belki kanunla tam olarak önlemeyeceğini savunabiliriz evet mevcut kanun da yetersiz. Uygulama alanları güçlendirilmeli, en azından eğitim sistemine cinsiyet eşitliği temalı dersler konulmalı. Devlet eliyle mağdurlara yönelik psikolojik ve sosyal destekler arttırılmalı.

2023’ün Türkiye'sinde kadının erkekle eşit kulvarda varlık göstermesinin yolları üzerine düşünmek, kafa yormak gerekirken, tartıştığımız konu gerçekten can sıkıcı bir boyutta. Daha sıkıcı olan bunu meşru gören bir grubun aramızda varlık gösterip gücünü toplumun bazı kesimlerinden alıyor oluşu. Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na (2022) göre; 146 ülkenin değerlendirmeye alındığı raporda, Türkiye cinsiyet eşitsizliği konusunda 124. sırada yer alıyor.

Kadınlar olarak; mevcut tabloda daha fazla nasıl yer bulabiliriz, kadın olmanın eşit yasalarını nasıl oluşturabiliriz üzerine tartışmalar yapmamamız gereken yerde; birilerinin gerici cemaat taassuplarını bize dayatmaya çalışmasına, nasıl insani olarak yaklaşabiliriz.

Ayrıca yukarıda da değindim bir konu olarak; muhafazakar ve dindar kadın da değişiyor. Hem yaşamdan beklentisi noktasında değişiyor hem de erkek karşısında aradığı eşitlik bağlamında değişiyor. Kadınlar iş ve sosyal hayata yoğun katılım göstermesi üzerine; erkeklerle kurduğu ilişkiler de daha çok hak temelli olmaya başlıyor.

Bununla birlikte; erkekler tarafından bir tür güç gösterisi olan şiddet ve ölümle sonuçlanan vakalar, devam ediyor. Failler ise, her zaman için kadınların birinci dereceden yakınları.

Ailenin birliğini, ulusun birliği kadar kutsal görenler, vahşi erkeklerin insan olabilmesi için de çalışma yürütmeliler.

6284 kanunun iptal edilmesi söz konusu dahi edilmemesi gerekirken, kadın ve çocukları koruyan yasaların ceza ve caydırıcılık oranları hızlıca arttırılmalı.

Kadının güvende olması, yaşamın ve toplumun güvende olması anlamına gelir. Kadının kendini güvende hissetmediği toplumda ise, vahşet, korku, güvensizlik hakim olur. Toplumun yeniden inşasını arzuluyorsak; birinci görev kadının eşitliği üzerine olmalı. Aksi halde bilinçli bir toplumdan söz etmemiz imkansız hale gelecek.

9 Mart 2023 Perşembe

depreme dair düşünceler

 

Toprağın sarsıntısı deprem

zihnimizin sarsıntısı öfke


Ülke olarak zor bir dönemden geçiyoruz. Siyasette olanlar ayrı değerlendirilebilir ya da bunun bir parçası. 6 Şubat’ta Kahramanmaraş merkezli deprem 10 ili kapsayacak şekilde gerçekleştiğinde; aslında tüm Türkiye olarak sallandık. Resmi rakamlara göre 50 bine yakın insan kaybettik, belki henüz bilmediğimiz daha gerçek verilere yıllar sonra ulaşacağız. Bölgede depremden etkilenen 13 milyon insan olduğu söyleniyor. Akrabalar ve ilişkiler bağlamında baktığımızda, ülkenin yarısı birinci dereceden etkilendi diyebiliriz. Gazetelerin “asrın felaketi” olarak adlandırdığı noktada biz başka bir gerçekle yüzleşmek durumda kaldık. Aslında devlet ve hükümeti yönetenler hiç de böyle bir afete hazır değilmiş. İnsanların basın yayın araçları üzerinden seslerini duyurmaya çalışmaları, bölgede kış şartlarının etkili olması, AFAD gibi bir kurumun örgütlü hareket edememesi, Kızılay’ın yardımlarının yetersiz kalması gibi birçok faktör karşısında; evde oturup acılara avunmak düştü payımıza. Sadece vicdani bir sorumluluk olarak; ayni ve nakdi yardımlarımızı ulaştırdık.

Üzerinden bir ay geçti ama böylesi büyük bir afetin yaralarını sarmak, birkaç ayla açıklanabilecek bir gerçek değil gibi. Hatay gibi illerin tarihi yapısı da düşünüldüğünde kısa sürede toparlanmayı öngörmek güç. Cumhurbaşkanı Erdoğan, deprem bölgesinde yaptığı açıklamada Adıyaman’a zamanında ulaşmadıklarını itiraf ederek bölge halkından helallik istedi. Böyle bir noktada sormamız gerekmiyor mu; halktan helallik istemeden önce; 20 yıllık süreçte yapılması gereken denetimler tam yapıldı mı? Bu kadar ağır bir bilançoda sadece yüze yakın müteahhit göz altına alındı, bu yeterli mi? Depremde bir an önce organize olunmadı ve bu daha fazla can kaybına sebep oldu, bunun için sıradan bir helallik istemek ne kadar doğru?

Genel olarak kader deniliyor, bu tam olarak neyin kaderi olarak görülmeli. İhmalkarlığın kaderi mi, yapılması gerekenleri yapmayıp acıyı paylaşmanın kaderi mi, imar aflarından doğan bilinçli ölüm tuzaklarının kaderi mi, organizasyonlardaki aksaklıkların kaderi mi, bilinçsiz bürokratların yanlış tercihlerinin kaderi mi. Halkın fazlaca din merkezli hayata bakıyor olması, çözüm önerilerimizin gevşek olması karşıda yaşadığımız hayata kader demek doğru mu. Dinde bir ilke olarak da; insan kendi iradesi ve gücüyle yapacağını yapmadan, önlem almadan başına gelenlere kader demesi gerçek bir inanç öğretisi de değildir zaten. Son bir hafta içinde Cumhurbaşkanlığı bünyesinde afetlerle mücadele başkanlığı kuruldu. Bu bile üç tane fay hattının geçtiği ülkede asla felaket başa gelmeden önlem alınmadığının itirafı gibi bir durum.

İnsan ölecekse bile, çaresizlikten ve yanlış yönetilme sonucu ölmek zorunda olmamalı. Evet depremin boyutu fazla büyüktü, etki alanı fazlaydı, mevsim şartları normal değildi. Bunlar gerekçe ama bu sürecin bu kadar insanı değersiz hissettirmesinin sonucu olmamalı diye düşünüyorum.

Bu depremin sonuçları kısa vadede politik alana yansır mı, henüz bir öngörüde bulunmak güç ama uzun vadede depremin etkisine birebir muhatap olmuş bölge halkının; dine, topluma ve insana bakışında bir yarık oluşacağını düşünüyorum. Yaşanan çaresizlik, politik alanda da zaman içinde kendini belirgin kılacak. Devletin ve hükümetin eleştirisini fazla bulup, afetin büyüklüğünü savunanlar var, evet büyük bir afet, fakat her şeyde Türkiye’nin ne kadar büyüdüğünden, dünya ekonomisinde yeri nerelerde olduğundan, Suriye’deki etkin gücünden, Mavi Vatan’la başardıklarından, Azerbaycan-Ermenistan savaşına taraf olmasından, yerli ve milli savunma sanayinden, her defasında gururlanarak; gücü övenler, biraz da deprem karşında organize olamayan bir yönetimden şikayetçi olmaları gerekmez mi. En azından vicdani adaletin böyle işlemesi gerekmez mi.

Halk olarak, yaraları sarmak adına adım atmamış olsak, felaketin acısının korkunçluğu altında daha da ezilirdik. Halkın birliktelik ve dayanışma duygusunun aktif işlemesiyle bir nebze olsun yaralar sarıldı.

İnsana yakışan, eşit, özgür ve hayat alanları insani şartlardan beslenen bir ülkeyi hayal etmek güç olmamalı. Biz her felakette ya da toplumsal olayda önce canımızı kaybetme duygusuyla yüzleşmemeliyiz; bizi yönetenler de her olayda ilk tercihi bize ölüm olarak sunmamalı. Halkını yaşatamayan bir devletin sosyal bilincinden söz edebilir miyiz. Halkın oyuyla seçilmiş, vergisiyle ayakta duran bir iktidarın, halkın şartlarını insani zeminde sürdürmesini sağlayamaması karşısında elbette tepki göstereceğiz. Burada yönetimin kim ve kimler olduğu değil önemli olan. Burada önemli olan biz halk olarak; yaşamak ve yaşamın güzelliklerini kutsamak istiyoruz. İlk tercih, ilk akla gelen, ilk neden olarak ölüm aramızda dolansın istemiyoruz.

Sonuç itibariyle zor, buruk, acılı ve öfkeli bir zaman diliminden geçiyoruz. Yaraları birlikte sarmak istiyoruz ama bu yarayı açan sistemi de tartışmak istiyoruz. Böyle zamanların politika yapmaya uygun olmadığı söyleniyor bize; eğer tepkiler zamanında verilmezse, yarın sıra bize geldiğinde itiraz edecek bir merci bulamayız. Önemli olan iktidarlar değil, önemli olan halk, iktidarın önemi ona ne kadar iyi bir yaşam alanı sunduğunda ortaya çıkıyor.

Biz oylarımız, vergilerimiz ve ürettiğimiz maddi manevi değer karşısında bu ülkede yaşamı yüceltmek istiyoruz; ilk seçenek olarak sunulan ölümü değil.

Deprem öykülerin, depremzedelerin, bizde açtığı manevi yaranın sarılmasının da kısa süreli bir uğraştan çok, önümüzdeki yıllarda toplumu dönüştüren bir yaraya dönüşeceğini şimdiden söylemek zor değil. İsterdim ki; biz acılardan ve olumsuzluklardan beslenerek, yarınları sağlam zeminler üzerine inşa etmeyelim. Ama zaman toplum ruhunda bir ölçü birimi olacağı zaman önce aldığı yaralara bakıyor. Şunu dileyerek bitirmek isterim; bu karamsar tablo, bizi, daha öz değerini bilen ve yaşam şuuru oluşmuş bir halk olmaya ulaştırsın.


5 Mart 2023 Pazar

blog hakkında genel bilgilendirme

 GENEL NOT

Buraya son 3-4 yıl içinde yer alan entelektüel faaliyetlerin tamamı olmasa da büyük bir bölümü aktardım. Bunlar dışında kalan; yayınlanmış yazı ve şiirlere çeşitli mecralarda denk gelmek mümkün. Bundan 12-13 yıl kadar önce de bir blogum vardı (sudanevveldenizdensonra) orayı bazı teknik sorunlardan ötürü şu an aktif olarak kullanamıyorum. Orada da arşiv sayılacak kendimce yazı, düşünce, gezi notları mevcuttu. Şimdi bu kendi adımla açtığım blogda da; bundan sonra yazınsal ve görsel alan içinde yer alan çalışmalarımı arşiv niteliği oluşturacak şekilde burada biriktirmek istiyorum. Zaman zaman da bazı meseleler hakkında yazmak. 

Güzel, güneşli, neşeli, dirençli, dinamik bir zihin içinde üretimime devam etmek istemekle birlikte; eylemde oluşacak iz düşümlerini de yaşamda savunma gayretim sürecek. 

Şimdilik sevgi, şimdilik saygı, şimdilik iyilikler. 

SAYIKLAMALAR İKİ

 SAYIKLAMAR İKİ En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınını...