Şiir kitabım "Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek" çıktıktan sonra ilk röportajım.
https://www.yenisafak.com/hayat/cocukluktan-beri-siir-yaziyorum-3843160
Şiir kitabım "Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek" çıktıktan sonra ilk röportajım.
https://www.yenisafak.com/hayat/cocukluktan-beri-siir-yaziyorum-3843160
Sezai Karakoç'un vefatının ardından İnsicam Dergisi'ne yazdığım yazı.
Benim Gözümden Sezai Karakoç
Benim gözümden Sezai Karakoç yazısını yazmadıklarını istediklerinde aslında şöylece bir durup düşündüm. Bir düşünür boyutu ile mi ele almalıyım, şair olarak mı bakmalıyım, bir siyasi şahsiyet olarak mı bakmalıyım. Bu üç özellik Sezai Karakoç’ta öne çıkanlar. Ama benim anlatmak istediğim kişiliğindeki şahsiyetli duruşu ve hayata bir mümin hassasiyeti ile bakıyor oluşu.
Bir şairi, düşünürü ya da siyasetçiyi özel hayatından ayırarak yapıtlarını değerlendirmek tartışma konusu olmuş bir durumdur. Bugün Dostoyevski’yi yaşamından ayırıp yapıtlarına bakabiliriz. Eserlerinin bize ne söylediği ile ilgilenebiliriz. Necip Fazıl’ın hayatını ve eserlerini ayrı değerlendirebiliriz. Çağ, hayat ve arzular güncelin koşuluna göre akarken bazı insanların sütün gibi kendi öz benliği ile sağlam kalmasını nasıl değerlendirmeliyiz?
Sezai Karakoç’ta beni en çok etkileyen sağlam kişiliktir. İstese çok zengin bir hayat sürebilecekken, istese popüler edebiyatın bir parçası olabilecekken istese siyasette daha gözle görünür bir noktaya gelebilecekken. Dünyanın ona sunduğu nimetleri elinin tersiyle itip, kendine has karakterini bir mümin şuuru ile hayata damıtması sanırım; bütün benlik algılarımızın yer değiştirdiği bu çağda en dikkat çekici şey olmalı.
Ama bu özellik dikkat çekmez çünkü biz bu asil duruşun uzağında yaşayan insanlar olduk. Birkaç güzel iltifata biraz pohpohlanmaya biraz paraya kendimiz olmaktan vazgeçmeyeceğimiz hiçbir şeyimiz yok gibi bir imajın içindeyiz. Bunu bugünün Müslümanlarının; edebiyatta, sanatta, politikada, sosyal hayatta aldığı role, üstlendiği misyona bakarak çok kolay bir şekilde anlayabiliriz.
Biz sadece Allah’tan gelen ve bizim için tayin edilen rızık anlayışını kaybettik. Ama Sezai Karakoç bu anlayışı yaşayan biriydi. Hatta bir cumartesi konuşmasında; Allah herkesin rızkını tekafül etmiştir. Daha fazla kazanmak ancak başkası içindir demişti. Yani başkasının bir yarasına merhem olmak için daha fazla kazandığını iddia edebilecek kaç kişi kaldık.
Biz bir müminin nezaket ve latafetten oluştuğunu unuttuk. İlişkilerimiz nobran, başkasına bakışımız sadece hamaset yüklü. Halbuki Sezai Karakoç, insani ilişkilerinde son derece anlayışlı, kibar ve karşısındakine haksızlık etmeyecek bir tarzdaydı. Birini eleştiriyorsa ya da biri hakkında olumsuz bir kanaat getiriyorsa; burada ölçüsü adalet ve hakkaniyet bağlamındaydı.
Biz edebiyatı kişisel gelişimimiz ve ortamlarda daha ciks görünmek için yapıyoruz. Belki daha fazla fav almak belki daha fazla adımız duyulsun diye. Ama Sezai Karakoç’ta edebiyat; peygamber kıssalarına dönüşebiliyor. Bizi ruhumuzdan kavrayan bir noktaya taşıyabiliyor. Malayani olandan derinliğe doğru yol aldırabiliyor.
Biz siyaseti çift maaş almak için, polemik üretmek ve daha fazla kişiyi kandırmak için yapabiliyoruz. Ama Sezai Karakoç, bizim ana ilkemiz hakikattir diyebiliyor. Önce Müslüman coğrafyaya sonra tüm insanlığa; adaleti, iyiliği ve doğruyu getirmek için siyaset yapmalıyız diyor.
Sezai Karakoç’un öne çıkan bir diğer özelliği de evrensel bir zihin yapısına sahip olmasıdır. Doğuyu da Batıyı da iyi bilmesidir. Doğunun ve Batının düşüncede, politikada, devlet yönetiminde nasıl davrandığını insan ilişkilerini nasıl düzenlediğine dair bugünün gerçekleriyle de örtüşen bir bakış geliştirmiş olmasıdır.
Sezai Karakoç’un yukarıda saydığım özellikleri açısından ele aldığınızda onda sadece Allah’la kul sözleşmesinde sadakat, İslam toplumun yeniden dirilişi için mücadele; Türkiye toplumsal hayatın Müslümanca yaşanması için sunduğu fikriler ve çözüm önerilerini göreceksiniz.
Bir konuya daha değinmek isterim. Sezai Karakoç yalnız mıydı? Belki onu düzenli olarak ziyaret eden bizler, fikirlerinden etkilenen insanlar sayesinde yalnız değildi diyebiliriz. Ama işaret ettiği İslam ufku ve henüz ona ulaşmayan bizler açısından baktığımızda yalnızdı.
Kara Yılkı adlı bir dergiye şiir ve şair üzerine düşüncelerden oluşan bir yazı.
ŞİİR VE ŞAİR ÜZERİNE DÜŞÜNÜŞLER
Hadi hep birlikte biraz düşünelim; şiir nedir, ne olması gerekir, şair kimdir? Şiiri kısaca ele alırsak bize okullarda öğretildiği gibi, duygu ve düşünceleri kelimelerle buluşturarak anlatma sanatıdır diyebiliriz. Burada acaba bir duyguyu, bir düşünceyi kelimelerle ifade etmeye çalışırken karşımıza çıkan olay nedir? Yani daha doğrusu, her insan duygu ve düşüncelerini kelimelerle ifade eder, şairin farkı nedir? Şairin farkı kelimelere; daha önce sıradan bir insanın görmediği, düşünmediği, hissetmediği şekilde bir form vermektir. Sıradan bir okur bir şaire ait bir dizeyi duyduğunda; heyecanlanıyorsa, burada söylenen şey bana şunu da düşündürdü diyebiliyorsa şair amacına biraz yaklaşmıştır diyebiliriz. Şiir kadar önemli olan şair olma gerçekliğidir, yağmur yağdığı yerde belki 16 milyon kişinin aynı anda şahit olduğu bir olaydır. Şair ona yeni bir anlam, arayış, bakış açısı, yükleyendir. Bir şair için yağmur sadece yağmakta olan bir doğa olayı değildir; rahmettir, arınmadır, hatıradır, geçmiştir, gelecektir. Birden çok şeydir ve onu artık bir şiir formuna soktuğunda o artık yeni bir şeydir. Düşündük yağmurun yağdığını bunu neden 16 milyon içinde 3-4 kişi kelimelerle yeni bir forma dönüştürmek ister ki; bu da bize şairliğin Allah tarafından bahşedilmiş bir lütuf olduğunu gösterir. Seçilmiş olmak, üstün olmak değil belki ama kader her birimizi hayat karşısında bir noktaya getirmek için bir yola seçer. Şairin yolu da Tanrı tarafından seçilmiştir. Şair o seçilme yoluna kendi arzusuyla girmiştir. Şiir üzerine tartışılan konulardan biri de şiir ilham mıdır, kelime çalışılarak mı elde edilir. Açıkçası, şiir kelimelerle yazılır görüşünü anlamlı buluyorum. Ama ilham boyutu olduğunu da reddedemem. Belki de şöyle demek daha doğru olur, ilk dize Tanrı’nın armağanı gerisi çalışma ve gayrettir. Şiir de dil mevzusu üzerine de tartışmalar vardır. Şairin dili yalın ve anlaşılır mı olmalıdır yoksa bir sözlükten ya da bilen birinden destek almadan okunmaz halde mi olmalıdır. Ben bu konuda T. S Eliot’un aşağıda yazacağım görüşüne yakın durmaktayım. T.S Eliot, şiir üzerine şöyle bir beyanda bulunur: “diğer tabiat kanunlarından daha kuvvetli sadece bir tane kanun var… şiirin kanunu kullandığımız ve duyduğumuz gündelik dilden çok uzaklaşmamalı. Vurgulu veya heceli, kafiyeli veya kafiyesiz, vezinli veya vezinsiz olsun, ortak münasebetin değişen yüzüyle bağını koparmamalı.” Konuşma dili olduğu gibi şiirde ortaya çıktığında da karşımıza bir takım sorunlar çıkabilir. Şair şiirinin kurgusunda buradaki ölçüyü öngörmelidir. Belki de başka bir şair William Butler Yeats’in dediği gibi; “bilge bir adam gibi düşün, fakat kendini sıradan bir adam gibi ifade et” önermesi gerçekçidir. Bizde de bunun en güzel örneği Yunus Emre’dir, yüzyıllar sonra bile kullandığı dil bu güne bir şeyler söyler. Bu kısa yazıda şiir ve şair üzerine düşünmeye çalıştık, umarım bir katkı sağlamıştır.
Cins Dergisi'nde yer alan şiir incelemesi.
https://www.gzt.com/cins/kapalicarsiya-disaridan-bakan-adam-cansever-edip-3685546
Cins Dergisi'nde yayınlanan kadın cinayetleri üzerine bir yazı.
Birinde öldürdü aşk, diğerinde her şeyi affetti
Her gün internetten, televizyondan ve başa mecralardan haber okuyoruz. Bunların bazıları bizde o anki durumumuza göre bir anlam bırakıyor ya da çoğuna bakıp geçiyoruz. Ama bazı haberler üzerine düşünmek ve yeni anlamalar üretmek istiyor insan. Geçtiğimiz günlerde okuduğum birbirlerine yakın gördüğüm iki haberi biraz detaylandırmak istiyorum. İkisinin de aktörü birer kadın. Mesele kadın, aile, çocuk olunca insan daha farklı bakışla olayları ele alma ihtiyacı hissediyor. Malum ülkemiz kadın cinayetleri konusunda iyi bir tabloya sahip değil. Bazen modern hayatın açmazları diyoruz, bazen bilinçsizlik ve bazen de canilik. Neyle ve ne şekilde ifade edersek edelim kadınlar birileri tarafından öldürülmeye devam ediyor. Kişilerin hayatını sorgulayabiliriz belki, iletişim yanlışlıklarından bahsedebiliriz ama bir cinayetin tarafını savunmak gayri ahlaki olur. Sadece 2019 verilerine baktığımızda karşımızda acı bir tablo var. İçişleri Bakanlığı’nın resmi verilerine göre 2019 yılında öldürülen kadın sayısı 299 olarak kayıtlara geçmiş. Bu cinayetlerin yüzde 72,8’i evlerde işlenmiş ve faillerin yüzde 95’i eş, partner ya da akraba. Yani bir çok kadın en güvendiği, hayatını paylaşamaya adım attığı, gelecek hayalleri kurduğu ve kendini güvende hissettikleri tarafından öldürülüyor. Bunun üzerine düşünmeye değer diye düşünüyorum. En son nisan ayında basına yansıyan bir kadın cinayeti daha yaşandı, belki ben bu yazıyı yazarken başka bir kadın öldürülüyor. Onların ilgi çeken bir hikayesi olmazsa da çoğu zaman haberdar olmuyoruz. Burada bahsetmek istediğim cinayet Rize’nin Fındıklı ilçesinde yaşayan aynı zamanda AK Parti İlçe Başkan Yardımcısı olan Gamze Pala cinayeti. Gamze Pala, ona aşık olduğu ileri sürülen bir şahıs tarafından öldürüldü. Zanlı açıklamasında aşkına karşılık alamadığı için bu cinayeti işlediğini söylemiş. Gerçekten aşık mıydı ve karşılık alınamayan bir aşk insanı bu kadar çileden çıkarabilir mi, bunun üzerine de düşünmeye ihtiyacımız var gibi. Aşk gibi masum ve asil bir duygu, bir insanın ölüm sebebinde yer almalı mı? Kadın örgülerinin meşhur bir sloganı var, “öldüren sevgi istemiyoruz” diye. Gerçekten karşılık alamadığında biri öldürebilecek kadara vahşileşen bir sevgi olmasa daha iyi. Aşk ve sevgiyi; şuursuz, narsist, hasta ruhlar elinden alan bir sistem olsa da, ona hep birlikte biat etsek. Psikopat bir erkeğin aşkı bahane ederek yaşamına son verdiği kadınlardan sadece biri Gamze Pala; belki iyi yemek yapmadı, çocuğuna düzgün bakmadı, komşuda çok kaldı gibi bir dizi bahanelerle sürekli ölüyor kadınlar. Gamze Pala’nın suçu da bir aşka, ki bunun adı aşksa karşılık vermemek oldu. Gamze Pala böyle anlam veremediğimiz bir sebepten artık yaşamıyor; bize de aşk gerçekten böyle bir duygu olabilir mi, sorusu üzerine düşünmek kalıyor.
Şimdi başka bir kadından bahsetmek istiyorum. Bu kadın yaşıyor. Bu olay da Hatay’ın İskenderun ilçesinde meydana gelmiş. Berfin Özek diye 20 yaşındaki bir kızın yüzüne sevgilisi asit dökmüş. Ve artık Berfin’in yüzü bir bakanın bir daha dönüp bakmak istemeyeceği bir halde. Bunu yapan da Berfin’in erkek arkadaşı. Burada olay daha farklı bir seyir göstermiş. Berfin’in erkek arkadaşına bu suçtan dolayı 13 yıl hapis cezası vermişler. Kadın örgütleri falan Berfin’e sahip çıkmış. Ama Berfin herkesi hayret içinde bırakacak bir karar aldı. ‘Ozan’ı seviyorum onunla evlenmek istiyorum, bu yüzden şikayetimden vazgeçiyorum’ diye dilekçe yazdı. Burada da her şeyi affeden bir aşk var. Berfin hayat boyu belki bir daha eski güzelliğine dönemeyecek. O acının izini yüzünde yıllarca taşıyacak. Bir insan için çok ağır bir gerçek bu. Ama sevdiği adamı affetmeyi seçti. Peki burada da şunu soralım; aşk her şeyi affeder mi ya da affetmeli mi? Bir yargıya varmak istemiyorum, göreceli bir durum ama herkes bunun sorgulamasını kendi içinde yapabilir diye düşünüyorum.
Birinde öldüren bir aşk, birinde her şeyi affeden bir aşk. Yunus Emre’nin bir sözü vardır; “gören kim görünen kim, kaldım güman içinde” diye. Tam da öyle bir durum insanı güman içinde bırakıyor. Haberi okuduğumda Berfin’in ahmaklık ettiğini düşündüm, sonra empati yapayım dedim, aşk bir çok şeyi affedebilir belki ama yaşanmışlık yine orada gözlerini iri iri açar bize bakar diye düşünüyorum.
Aşık olduğunu iddia ettiği bir adam tarafından öldürülen bir kadın, sevgilisi tarafından hayatı yaşanmaz hale getirilen başka bir kadın… Biri bunu hayatıyla ödedi diğeri affetmeyi seçti. Bize de aşk nedir, ne olmalı üzerine uzun uzun düşünmek kalıyor. İki örnekte de erkeklerin karnesi kötü. Amacım bir durum değerlendirmesiydi yoksa erkelere genel bir yaftalama yapmak değil.
ÇETO Dergisi'nde yayınlanan film incelemesi.
Çocukça bir erdem klasiği: Cennetin Çocukları
Gece olunca herkesten gizli
Bir işimiz vardı çok garip.
Ayakkabıları dizerdik kardeşimle
Hırsızlar gibi taşlığa inip.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Çocukluk, dilsiz hazinemiz. Hayatın belki de en kaygısız zamanları. Anlamsız parçaların bir araya gelip bir bütün oluşturmak için yaşandığı yıllar. Anne ve baba arasında en uzun yolculuk. Kimimiz için çok keyifli kimimiz için yorucu, acımasız. Ama bir ‘ben’in adım adım doğuş yılları. Kim kendini soyutlayabilir ki; ailenin gölgesinde serinlediği o yıllardan kim kaçabilir ki, gözünün göze değdiği bir sevinç anından. Bazen bir bayram günü, bazen okula başladığın ilk gün, bazen mektepte geçirilen ilk dakikalar. Elif ve ondre arasında bağlantı kurduğun yıllar. Herkes için özel ve anlamlı değil midir orası. Yaş alırız kalbimiz heyecanlandığında ya da yorulduğunda orada durur. Çünkü oradadır, yeryüzündeki ilk kalkışma, yakınlaşma. İşte o büyük gölge çocukluk üzerine bizi bir yolculuğa çıkarak bir filmden bahsetmek istiyorum. Film İran yapımı, yayınlandığı yıl olan 1997’de de olumlu tepkiler almış. Cennetin Çocukları. Mecid Mecidi’ye ait olan bu film İran Yeni Dalgası açısından da ayrı bir yerde duruyor. İran Sineması’nda çocuk temalı filmlere çok sık denk gelebilirsiniz. Bunun bir nedeni de devrim sonrası sinemaya koyulan kurallardır. Bunu aşmak için bir çok yönetmen çocuk dünyasına başvurmuştur. Burada biraz Mecid’i sineması ve İran Yeni Dalga’yı açımlamaya ihtiyaç var. 1960’lı yılların sonuna doğru yeni dalga akımı başgöstermiş, filmlerin dili entelektüel bir hal almaya başlamıştır. Yerelden evrensele bir çizgide devam eden bu filmler, şiirsel bir bellek ortaya koymuştur. Majidi bir söyleşinde “devriminden önce İran, halısıyla, fıstığıyla ve petrolüyle tanınıyordu, ama devrimden sonra sinemasıyla tanındı. Sinema aracılığıyla dünya halkı İran kültürüyle tanıştı” ifadelerini kullanmaktadır. Günlük yaşamın sıradanlıklarına uzanan hikayelerde gerçeklik kullanımı belgesele yakın bir anlama kavuşmuştur. Yeni Dalga akımını başlatan ve Avrupa’da da övgü alan film Mehrjui’nin “İnek” adlı filmi olarak görülür. Ancak bunun daha öncesi vardır. 60’da çekilmiş olan ‘Kara Ev’ adlı film aslında İran yeni sinema dilinin ilk örneği ve kendinden sonra gelen kuşağa da bir bakış açısı kazandırmış ve öncülük etmiştir. İran Yeni Dalgası’nın öne çıkan ve dünyaca ünlü festivallerde ödül alan yönetmenleri; Kiarostami, Ferruhzad, Beyzai, ve Kimyavi’dir.
Filme gelecek olursak; Ali ve Zehra iki kardeştir. Hasta bir anne fakir bir baba vardır. Bu iki kardeşin birinin ayakkabısı yoktur. Okula gitmek için dönüşümlü olarak aynı ayakkabıyı kullanırlar. Okulda bir gün bir yarışma düzenlenir, üçüncülük ödülü de ayakkabıdır. Ali yarışmaya katılıp spor ayakkabıyı kazanmaya kararlıdır. Kardeşini sevindirmek ister ama yarışmada birinci olur. Ali buna hiç sevinmez ve üçüncü olamadığı için kahrolmuştur. Sıradan gibi duran bu hikaye film ilerledikçe, insanın içine işleyen bir drama dönüşür, bu dram adeta hayattan kurgulanmış bir görüntü değil hayatın kendisidir. Bu film İtalyan Yeni Gerçekçiliğin kült filmlerinden olan Bisiklet Hırsızları ile karşılaştırılır. Ama Mecidi’ye göre arada fark vardır ve o farkı da şöyle dile getirir; “Batı inancında insan doğanın ve şartların esiridir, hareketleri zorunludur. Fakat bizim inancımızda insan şartları değiştirebilir, hatta kelâmdaki tabiriyle insan irade sahibidir. Batı anlayışında insan mecbur kaldığında her şeyi yapabilir, insan öldürebilir, katliamlar yapabilir. Oysa bizde bu böyle değildir, her zaman manevî değerler daha üstündür. Dolayısıyla Cennetin Çocuklarında gördüğünüz fakirlik utanç verici bir fakirlik değil aksine içinde izzet, onur, ihtişam barındıran bir fakirlik”. İslam öğretilerini hayatına rehber edindiğini ve bu dili filmlerine de yansıtmak istediğini söyleyen Mecidi’nin filmlerinde anti kahramanlar tamamen kötü insanlar değildir. Mecidi’nin filmografisi incelendiğinde de doğru-yanlış, iyi-kötü, helal-haram ayrımı yaptığı görülebilir bir gerçektir. Filmde fakir olarak gördüğümüz baba caminin şekerlerini kırmaktadır, o sırada kızından çay ister, kızı çayı getirdiğinde önünde duran şekerlerden kullanmak yerine evin şekerini kullanmayı tercih eder. Neden böyle yaptığına soran kızına ise; bu şekerlerin kendisine emanet olduğunu onları izin almadan kullanamayacağını söyler. Baba figürü burada İslam geleneğine uygun olarak fakir ama erdemli bir insandır. Aynı zamanda merhamet dolu. Cennetin Çocukları, insani ilişkiler, çocuk dünyası, erdem üzerine kurulmuş bir örgüdür. Bir de Ali’nin birinci olduğu halde hiç mutlu olmaması insanı hayata sorgulamaya iter. Mesele başarıda en üst noktada olmak mıdır, ihtiyaçlarının karşılandığı bir yerde bulunmak mıdır? Filmi izledikten sonra bunun üzerine uzunca düşünmeye vaktimiz kalıyor. İnsanın ruhuna ve düşüncesine naifçe dokunan Cennetin Çocukları izlenmesi ve üzerine düşünülmesi gereken bir film.
Butimar Dergisi'nin Sezai Karakoç özel sayısı için yazdığım yazı.
SEZAİ KARAKOÇ’TA SİNEMA DÜŞÜNCESİ
Türk Sineması deyince ne anlaşılması gerektiği konusunda her zaman kafalar karışır. Yeşilçam'a mı Türk Sineması demeliyiz, Ömer Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ çizgisine mi? Bir de son yirmi yılda varlıklarını yoğun bir şekilde hissettiren Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu çizgisi var. Ara dönemlerde de Yılmaz Güney gibi isimlerin varlığı söz konusu. Sahi neye Türk Sineması diyoruz? Ya da Türk Sineması dediğimiz zaman bir akımdan bir düşünce etrafında gelişmiş bir sinema olgusundan söz edebiliyor muyuz? Bundan söz edemiyoruz bunun çeşitli sorunları var ve Türkiye has gerçekler bağlamında ele alınması gereken bir konu. Türk Sineması dendiğinde daha çok belli başlı yönetmenlerden söz edebiliyoruz. Türkiye'de sinamayı bir millet meselesi olarak ele alan düşünür, yazar sayısı da yok denecek kadar az. Biz bu yazıda; Sezai Karakoç'un otuz yıl önce kaleme aldığı bir sinema yazısına yakından bakacağız. Sezai Karakoç sinema karşısında neyi öneriyor, bunlar etrafında dolanacağız. Karakoç'un elbette 1960'lı yıllardan itibaren sinema üzerine yayınlamış birçok yazısı mevcut. Kitaplarını okuyanlar bunlara denk gelmiştir. Ayrıca Sezai Karakoç'ta sinema düşüncesi diğer edebi üretimlerine de yansımıştır. Şiirlerin de sinemanın izleri dikkatle bakıldığında görülebilecek bir gerçekliktir. Yine İslamî camiada bir dönem üzerine çok yazılan "rüya sineması" kavramı Karakoç'a aittir. Bu kavram önermesi üzerinden birçok isim sinema ve hakikat bağlamında yazılar kaleme almıştır. İhsan Kabil, Sadık Yalsızuçanlar, Ayşe Şasa bu kavram etrafında yazmıştır. Enver Gülşen'in de hakikat sineması ekseninde yazdığı yazılar bu bağlamda ele alınabilir.
SİNEMA CİDDİYE ALINMALI
Karakoç 1988 yılında yazdığı sinema başlıklı yazısında; öncelikle sinemanın önemine vurgu yaparak başlamaktadır. Sinemayı televizyonla kıyaslarak sinemanın insanlar üzerinde daha fazla tesiri bulunduğundan söz etmektedir. Ayrıca sinemayı, tiyatro gibi sosyal hayatın içinde bir alan olarak görmektedir. Burada sinemanın toplumsal bellekteki önemi de vurgulanmıştır. Sinema televizyon kıyaslamasında da sinemaya has bir özelliğe değinmektedir. Büyük ekranda izlenen bir film, insanı daha fazla o atmosfere ait hissettirmektedir. Sinemanın insan üzerindeki etkisi alanında bu geçmişten beri vurgulanan bir gerçekliktir. Bununla birlikte sinemayı devlet tarafından başıboş bırakılmış bir alan olarak görmektedir. O zamanlar henüz sinema genel müdürlüğü kurulmamıştır. Sinema, bir müessese olarak hizmet vermemektedir. Bunun yanlış olduğunu savunan Karakoç, devletin sadece sinemaya sansür uygulayarak, sinemanın gerçek etkisini görmezden geldiğini hatırlatmaktadır. Sansürün de anlamsız bir uğraş olduğuna değinmektedir. Devletin sinemaya daha fazla destek vermesi gerektiğini ve sinemayı ciddiye alması önermektedir.
SANAT OLDUĞU GERÇEĞİ UNUTULMAMALI
Sinemanın yedinci sanat olduğunu özellikle ifade eden Karakoç'a göre; bu sanat ihmale gelmez. Şiir gibi edebiyat gibi büyük sanatlardan biridir sinema. Bu ciddiyetle yaklaşılmalıdır. Sinema sektöründe teknik açıdan kusur bulunmadığını hatırlatan Karakoç, sanat açısından ise sürekli düşüş gösterdiğini hatırlatmaktadır. Bu savını Yeşilçam filmlerini örnek vererek güçlendirmektedir. Fakir kız, zengin oğlan etrafında dönen Yeşilçam melodramlarının Türk sineması olarak kabul edilemeyeceğini savunan Karakoç, bunun karşısnda manevi değerlerini öne çıkaran, milletin ruh dünyasını önceleyen yapımların yer alması gerektiğini savunmaktadır. Üzerinde iyice düşülmüş senaryolar, güçlü edebiyat uyarlamaları ortaya çıkmadığı sürece Türk sineması denen bir gerçeklikten söz edilemeyeceğini önemle vurgulamaktadır. Karakoç'a göre Yeşilçam'ın tek faydası eski İstanbul görüntülerini içinde barındırmasıdır. Yeşilçam'ın bu özelliği, paha biçilemez belge niteliğindedir. Nasıl bir sinema anlayışı olması gerektiğinden söz ederken ise şu ifadeleri kullanmıştır; "Meşhur değil meçhul, genç, yeni yeteneklerden oyuncu, meçhul değil meşhur edebi eserlerden senaryo esasına dayanan, kendi kültürümüzü, inanç ve ahlakımızı, kendi öz hayatımızı esas alan bir sinema kurulmadıkça, sinemamız var denilemez. Suni, köksüz, çağ dışı sanat zevkini öldürücü, bir sinemaya sinemamız demek mümkün değildir. Elbette ki onun bahsettiği manevi sinema anlayışı Kanal 7 ve TGRT’de sıkça görmeye alışık olduğumuz yapımlar değildir. Yapımların sanatsal değeri olması gerektiği gerçeği göz ardı edilmemelidir.
BU FİKİRLER TARTIŞILMALI
Karakoç bu yazıları bugün yazıyor olsa elbette üzerine daha güncel şeyler söyleyecektir. Ama metnin ruhunda değindiği sorunlar günümüzde farklı bir boyut kazanarak devam etmektedir. Hala Türk sineması dediğimiz şeyin ne olduğuna dair net bir tanım yoktur. Belli başlı yönetmen adları sayabiliriz. Batıda ve başka birçok ülkede örneklerini görebildiğimiz akımlar Türkiye'de varlık gösterememiştir. Bir akım bir ekol etrafında yapılan işlerden çok bireysel işlerden söz edebiliriz. Belki bunun yolu, Sezai Karakoç gibi düşünürlerin ortaya attığı fikirleri daha çok tartışmaktan geçiyor.
SAYIKLAMAR İKİ En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınını...