Bahçesiz
evlerde
“huzur”u
arıyoruz
Büyük
şehirlerde özellikle İstanbul gibi 16 milyonluk bir şehirde
yaşıyorsanız; trafiğin ayrı dert, sokakların başka işgence
türüne dönüştüğü birçok ana denk gelebilirsiniz. Yoruluyoruz
bu şehirde ama dinlenme alanımız sadece karşı komşuyla dip dibe
olan bir balkon. Eğer çok dinlenmek istersek; hafta sonu mesire
alanlarına ya da kent ormanlarına gitmek zorundayız. Şehrin
ortasında bizi dinlendirecek yeşil alanlar neredeyse yok denecek
kadar az. Hava güzelse parklar tıklım tıklım keyif alacağımız
kendimizi dinleyeceğimiz, doğayla vakit geçirip içimizdeki uhrevi
bir anı yücelteceğimiz alanlar; kalabalıkla dolu ve kendimizden
oldukça uzak. Osmanlı mimarisi dediğimiz çoğunluğu konak olarak
inşa edilen ve genişçe avlusu olan o evler artık hayatımızda
değil. Medeniyetin değişim ve dönüşüm hızıyla şehirlerde
üst üste yığılmış kabirler gibi yaşamaya çalışıyoruz.
Şehir planlamacıları, mimarlar yeni alanlar için bahçeli
tasarımlar ortaya koysa da; buralarda alt sınıfların
ulaşamayacağı yüksek maliyetteki yapılar.
İstanbul’un
merkez ilçeleri ve Suriçi genellikle yukarıda izah etmeye
çalıştığım gibi bir açık hava hapishanesi. Gelecekte büyük
parklarımız, geniş yeşil alanlarımız olur mu, şimdiden bilmek
zor. Taşı toprağı altın diye pazarlanan bu şehirde yeşil alana
yer ayrılmasını beklemek biraz hayal ürünü. Fakat yine de bu
şehrin engin geçmişi açısından bu düşe inanmak bir tür
zorunluluk bir tür şehre ödeyeceğimiz bedel.
Ben
burada hayatımda özel yerleri olan bahçeli evlerden ve bahçenin
içimdeki anlamlarından bahsetmek istiyorum.
Türk
ve Müslüman geleneğinde bahçenin yeri her zaman için özel
olmuş; buraların başta resim sanatı olmak üzere birçok sanatı
da etkilediği biliniyor. Cennet kelimesinin de bahçe anlamına
geldiğini var sayarsak; müslüman dimağı nasıl bir etkiyle;
yaşadığı yeri memur kılmış anlamak kolaylaşıyor.
Dünyaya
dair ilk hatıralar arasında ilk hatırladığımız nesne, obje
önemlidir, kişisel hatıralarımızda, ben dünyada dair
hatırladığım ilk görüntü olarak evimizin önünde oynadığım
geliyor aklıma; yaş üç veyahut dört. Dünyayı bir bahçe olarak
hatırlamak beni kendi hikayesinde mutlu eden ve metafizik bir alana
da sürükleyen etkenlerden biri.
Ordu’da
bir dağ başında bulunan evimizin sağında ve solunda iki bahçe
vardı. Sağdaki bahçe biraz daha küçüktü. O küçük bahçeye
annem mevsimine göre çiçekler dikerdi. Kasımpatlarını,
nergizleri, gülleri; rengarenk o bahçede görmek de, çocuk
kalbimle dünyaya beslediğim en pozitif duygulara götürüyordu
beni. Evin solunda yer alan bahçeyi ise dedem oluşturmuş. Dedemin
bahçesinde de; elma, armut, dut, kiraz, ayva, fındık, ceviz gibi
meyvelerden çeşit çeşit vardı. Halen köye gittiğimde altında
gölgelenmekten şeref duyduğum bir anıta dönüşüyor o bahçe.
İnsanın
dünyaya geldiğine var olduğu; bir tür zevk ve neşe dolduğu,
doğayla anlamını bütünleştirdiği anlardan biri de bu bahçe.
Son
bahçem İstanbul’da oturduğumuz sitenin bahçesi; buradan incir,
erik, kiraz ve çam ağaçlarını izlerken, şehirde olmanın bütün
yorgunluğunu üzerimden atıyorum. Doğa herkes için aynı
çağrışımı yapar mı bilinmez ama çoğunluk için huzur ve
kendiyle baş başa kaldığında yaşamdan duyduğu mutluluk
sebebidir diye düşünüyorum. Kuş sesleri, rengarenk çiçekler,
orman, ağaçlar; böyle bir etkinin içinde bulunmak ruha nasıl
şifaysa, şehirlerimizi yeşile çevirmek için de acil
ihtiyaçlardan biri.
Bir
millet olmanın bin yıllık yaşayan kültürü olan bahçe de
insana ayrı bir huzur ve güven veriyor. Üzerinde emek verilmiş
bir bahçede bulunmak; çocukluk anılarının olması, ufku dünyaya
dair pozitif anlamda açan ve genişleten bir şey. Okuduğum bir
araştırma metninde çocukluğu doğayla iç içe olan insanların
hayata daha pozitif baktığını söylüyordu. Bunun haksız
olduğunu kim iddia edebilir ki.
Mevcut
şehirleri belki değiştirmek güç; özellikle İstanbul’u ama
yeni inşa edilen semtlerde ve şehirlerde, bahçe kültürünü
öncelemek; hem ait olduğumuz İslam medeniyetine yaşamsal alanda
değer katmak ve sahip çıkmak anlamına geleceği gibi hem de yeni
nesillerin doğadan ilham alıp geleceğe daha pozitif bakmalarını
inşa edebiliriz. Toprakla temas etmeyen, çiçekleri, ağaçları
birbirinden ayırt edemeyen; oturup iki dakika huzur içinde
kahvesini yudumlayamayan şehrin sürekli stresini taşımak zorunda
olan bizler; hangi dinç zihinle yarınları inşa edebiliriz.
Bir
tür medeniyete sahip çıkma; bir tür geleneğimizi aktarma bir tür
sağlık ve huzur için evleri balkonlu değil, bahçeli yapmayı
önceleyelim diyorum.
Şehirlerdeki
bu sıkışmayı, modernizmle hayatımıza dahil ettiğimiz
biçimsizliği Sezai Karakoç da “balkon” şiiriyle eleştiriyor.
“Gelecek zamanlarda, ölüleri balkonlara gömecekler, insan rahat
etmeyecek, öldükten sonra da” bu mısralarda insanın mevcut
hayatın çarpıklığında sıkışması; bahçesiz, avlusuz evlere
sıkışmasına eleştiri var ve bununla da kalmayacak artık sadece;
öldükten sonra da huzur bulamayacağız diyor.
Bir
cennet armağanı, bir kültür geçişi, bir çocukluk özlemi, bir
huzurlu yaşam aracı olarak bahçeye duyduğumuz arzu ve istek hiç
bitmesin diyorum.