19 Haziran 2023 Pazartesi

Lale Müldür röportajı

 

Türkiye'nin yaşayan en büyük kadın şairi olan ve kendine özgü tarzıyla, şiirde önemli bir yerde duran Lale Müldür ile bir kısa röportaj yaptım. 



Şiir sizce nedir ya da ne değildir?


Bence iyi bir şiir tüm evreni kapsayabilen bir şiirdir. Kötü şiir ise her gün elimize geçen bir şiirdir. Kötü şiir kötü olmakla kalmaz, yayılır, ezberlenir. Okunur, maalesef böyle bir şiir anlayışı da var.

Genç şairleri okuyor musunuz, nasıl buluyorsunuz ve tavsiyeleriniz?

Genç şairleri okuyorum sayılır. Üç dört tane iyi isim var aralarında. 160. kilometreden birkaç şair var. Çok azını iyi buluyorum ama onlar iyi olanlar gerçekten tavsiyem daha çok şiir okumaları. Batı şiirlerini de okumalarını isterim, çünkü bir Türk şiirini okuyarak insan şair olamaz.

Geçtiğimiz yıllarda Amerikalı kadın şaire Nobel verildi, bunun hakkında ne düşünüyorsunuz? Şiire Nobel verilmesi sizde nasıl bir duygu oluşturdu?

Ben şiirini okumadım onun bilmiyorum onun için ama şiiri iyiyse verilmesi normal.


Bir ömrü şiire adamanın faydaları ya da zararları neler?

Ben kendimden örnek vereyim, bir ömrü şiire vermek şiir için çok çok iyi bir şey tabi. Ama kötü bir şey yaşam elinden kaçabiliyor. Ve bununla birlikte birçok şey de elinden kaçabiliyor. Ben ancak kendi şiirimi kendim göz önüne attığım zaman mutlu oluyorum, birisinin yardımıyla değil.

Kendinizi Türk şiirinde nereye koyuyorsunuz, bir akım temsilcisi ya da bağımsız bir yer mi?

Bağımsız bir yer tabi, benim gibi yazan kimse olmadığına göre, bağımsız bir yerdeyim. Bu da hem hoş hem de değil, bir arkadaşım olsun isterdim.


Türk şiirinin ve dünyada şiirin geldiği nokta hakkında ne düşünüyorsunuz? Şiir insanlık için iyi bir yere mi gidiyor yoksa dünyayı tıkayan bir noktaya mı? Nasıl görüyorsunuz?

Şu vaziyette tıkanan bir yermiş gibi gözüküyor. Ama eski şiirleri bir uğur böceği gibi düşünün, faydalanmak da güzel bir şey aynı zamanda.

Sizi en çok etkileyen şairler kimler?

Hep aynı şairleri söylüyorum ama şöyle; Edip Cansever, T.S Eliot, Arthur Rimbaud, Ezra Pound, Rilke.

 Kadın şair olmanın avantajları ya da dezavantajları neler?

Çocuk yaparak kadın şair olunur mu bilmiyorum. Çocuk yapsam şiire zaman kalmazdı ben çocuk yapsam çocukla çok oynardım mesela.

 Hayatınızın tamamına baktığınızda, sizden geriye ne kalsın istersiniz?

İki toplu şiirler kitabım. Bir de salonum bu şekilde kalsın isterdim.

Son olarak ne söylemek istersiniz?

Bizansiyya ve Nova Roma’da Gece Güneşi.



13 Haziran 2023 Salı

şehir ve bahçe üzerine

 

Bahçesiz evlerde

huzur”u arıyoruz


Büyük şehirlerde özellikle İstanbul gibi 16 milyonluk bir şehirde yaşıyorsanız; trafiğin ayrı dert, sokakların başka işgence türüne dönüştüğü birçok ana denk gelebilirsiniz. Yoruluyoruz bu şehirde ama dinlenme alanımız sadece karşı komşuyla dip dibe olan bir balkon. Eğer çok dinlenmek istersek; hafta sonu mesire alanlarına ya da kent ormanlarına gitmek zorundayız. Şehrin ortasında bizi dinlendirecek yeşil alanlar neredeyse yok denecek kadar az. Hava güzelse parklar tıklım tıklım keyif alacağımız kendimizi dinleyeceğimiz, doğayla vakit geçirip içimizdeki uhrevi bir anı yücelteceğimiz alanlar; kalabalıkla dolu ve kendimizden oldukça uzak. Osmanlı mimarisi dediğimiz çoğunluğu konak olarak inşa edilen ve genişçe avlusu olan o evler artık hayatımızda değil. Medeniyetin değişim ve dönüşüm hızıyla şehirlerde üst üste yığılmış kabirler gibi yaşamaya çalışıyoruz. Şehir planlamacıları, mimarlar yeni alanlar için bahçeli tasarımlar ortaya koysa da; buralarda alt sınıfların ulaşamayacağı yüksek maliyetteki yapılar.

İstanbul’un merkez ilçeleri ve Suriçi genellikle yukarıda izah etmeye çalıştığım gibi bir açık hava hapishanesi. Gelecekte büyük parklarımız, geniş yeşil alanlarımız olur mu, şimdiden bilmek zor. Taşı toprağı altın diye pazarlanan bu şehirde yeşil alana yer ayrılmasını beklemek biraz hayal ürünü. Fakat yine de bu şehrin engin geçmişi açısından bu düşe inanmak bir tür zorunluluk bir tür şehre ödeyeceğimiz bedel.

Ben burada hayatımda özel yerleri olan bahçeli evlerden ve bahçenin içimdeki anlamlarından bahsetmek istiyorum.

Türk ve Müslüman geleneğinde bahçenin yeri her zaman için özel olmuş; buraların başta resim sanatı olmak üzere birçok sanatı da etkilediği biliniyor. Cennet kelimesinin de bahçe anlamına geldiğini var sayarsak; müslüman dimağı nasıl bir etkiyle; yaşadığı yeri memur kılmış anlamak kolaylaşıyor.

Dünyaya dair ilk hatıralar arasında ilk hatırladığımız nesne, obje önemlidir, kişisel hatıralarımızda, ben dünyada dair hatırladığım ilk görüntü olarak evimizin önünde oynadığım geliyor aklıma; yaş üç veyahut dört. Dünyayı bir bahçe olarak hatırlamak beni kendi hikayesinde mutlu eden ve metafizik bir alana da sürükleyen etkenlerden biri.

Ordu’da bir dağ başında bulunan evimizin sağında ve solunda iki bahçe vardı. Sağdaki bahçe biraz daha küçüktü. O küçük bahçeye annem mevsimine göre çiçekler dikerdi. Kasımpatlarını, nergizleri, gülleri; rengarenk o bahçede görmek de, çocuk kalbimle dünyaya beslediğim en pozitif duygulara götürüyordu beni. Evin solunda yer alan bahçeyi ise dedem oluşturmuş. Dedemin bahçesinde de; elma, armut, dut, kiraz, ayva, fındık, ceviz gibi meyvelerden çeşit çeşit vardı. Halen köye gittiğimde altında gölgelenmekten şeref duyduğum bir anıta dönüşüyor o bahçe.

İnsanın dünyaya geldiğine var olduğu; bir tür zevk ve neşe dolduğu, doğayla anlamını bütünleştirdiği anlardan biri de bu bahçe.

Son bahçem İstanbul’da oturduğumuz sitenin bahçesi; buradan incir, erik, kiraz ve çam ağaçlarını izlerken, şehirde olmanın bütün yorgunluğunu üzerimden atıyorum. Doğa herkes için aynı çağrışımı yapar mı bilinmez ama çoğunluk için huzur ve kendiyle baş başa kaldığında yaşamdan duyduğu mutluluk sebebidir diye düşünüyorum. Kuş sesleri, rengarenk çiçekler, orman, ağaçlar; böyle bir etkinin içinde bulunmak ruha nasıl şifaysa, şehirlerimizi yeşile çevirmek için de acil ihtiyaçlardan biri.

Bir millet olmanın bin yıllık yaşayan kültürü olan bahçe de insana ayrı bir huzur ve güven veriyor. Üzerinde emek verilmiş bir bahçede bulunmak; çocukluk anılarının olması, ufku dünyaya dair pozitif anlamda açan ve genişleten bir şey. Okuduğum bir araştırma metninde çocukluğu doğayla iç içe olan insanların hayata daha pozitif baktığını söylüyordu. Bunun haksız olduğunu kim iddia edebilir ki.

Mevcut şehirleri belki değiştirmek güç; özellikle İstanbul’u ama yeni inşa edilen semtlerde ve şehirlerde, bahçe kültürünü öncelemek; hem ait olduğumuz İslam medeniyetine yaşamsal alanda değer katmak ve sahip çıkmak anlamına geleceği gibi hem de yeni nesillerin doğadan ilham alıp geleceğe daha pozitif bakmalarını inşa edebiliriz. Toprakla temas etmeyen, çiçekleri, ağaçları birbirinden ayırt edemeyen; oturup iki dakika huzur içinde kahvesini yudumlayamayan şehrin sürekli stresini taşımak zorunda olan bizler; hangi dinç zihinle yarınları inşa edebiliriz.

Bir tür medeniyete sahip çıkma; bir tür geleneğimizi aktarma bir tür sağlık ve huzur için evleri balkonlu değil, bahçeli yapmayı önceleyelim diyorum.

Şehirlerdeki bu sıkışmayı, modernizmle hayatımıza dahil ettiğimiz biçimsizliği Sezai Karakoç da “balkon” şiiriyle eleştiriyor. “Gelecek zamanlarda, ölüleri balkonlara gömecekler, insan rahat etmeyecek, öldükten sonra da” bu mısralarda insanın mevcut hayatın çarpıklığında sıkışması; bahçesiz, avlusuz evlere sıkışmasına eleştiri var ve bununla da kalmayacak artık sadece; öldükten sonra da huzur bulamayacağız diyor.

Bir cennet armağanı, bir kültür geçişi, bir çocukluk özlemi, bir huzurlu yaşam aracı olarak bahçeye duyduğumuz arzu ve istek hiç bitmesin diyorum.

8 Haziran 2023 Perşembe

şiir ve şair üzerine düşünüş

Şiir bizim neyimiz 
oluyor ve şair kimdir?


Şiir diyoruz, bize yeni bir evren açan duygu ve düşünce dünyasına. Peki şiirle ne yapıyoruz. Şiirle para eden şeyler satın alabilir miyiz. Pahalı bir eşya yahut iyi bir makam. Bunların pek inandırıcılığı yok. Şiirle en fazla biraz daha aşk, biraz daha gökyüzü, biraz daha insan kazanabiliriz. 
Şiir karşı gelmektir diyoruz, bir soruna, bir olguya ve dünyada ters giden her şeye. Ters giden her şeye karşı okunacak bir ayaklanma mısramız vardır köşemizde. Dünyanın her yerinde şiirle yeni bir ülkü kurulmuştur. Walt Whitman, Pablo Neruda, Necip Fazıl, Nazım Hikmet.
Bizi şiire hapseden dünya nasıl, gün geçtikçe; emekçiye hakkını vermekten yoksun, gün geçtikçe kadını ve çocuğu ezmeye hevesli, gün geçtikçe insana kendini unutturmayı vaat eden, gün geçtikçe doğayı katleden, gün geçtikçe yarımızı göçmen olmaya zorlayan bir dünya.
Burada bulunduğumuz için mutlu muyuz? Sanırım değiliz, çarklar dönerken en fazla kalbimiz sıkışıyor. Sanırım yerinde olmayan ve hakkı verilmeyen her şey için acı çekiyoruz. Sanırım bize sadece geçen günün ardından içimize ağır bir sancı kalıyor. 
Peki şiir dünyayı değiştirir mi? Evet şiir dünyayı değiştirebilir bu ancak şiirin poetikasına uygun bir politikayla mümkün. Dünyaya şair gibi bakmakla mümkün. Biz dünyaya eğer hırs ve kazanma duygusuyla bakıyorsak; şiir elbette bizi terk edecektir. Biz dünyaya hiçbir sorun yok gibi bakacaksak; şiir yine bizi terk edecektir. Biz dünyaya sadece günlük çıkarlarımız için bakıyorsak; şiir bizi yine terk edecektir. 
Şiirle dünyaya nasıl bakmalıyız? Şiirle dünyaya direnerek, itiraz ederek, haksızlığa susmayarak, mücadele ederek bakmalıyız. Eğer şiir dünyanın daha iyi olması için bir kavgaya düşmüyorsa, anının duygusunu yüceltmek için baş kaldırmıyorsa, şair olarak yapacak çok az şey kalmıştır. Dik durmak ve direnmek. 
Şiirden yoksun bir dünya, şiirin olmadığı bir dünya; bize ne söyler. Şiir bir kalenin burcu gibidir. Şiir bir ırmağın billur akması gibidir ve şiir yalnız bir sesin kitleyi cesaretlendirmesi gibidir. 
Bugünün şairi evinde oturarak dünyaya söz söyleyebilir. Bugünün şairi tweet atarak, karşı koyabilir, bugünün şairi canlı yayında haykırabilir. Peki bunlar yeterli mi, yeterli değil. Bu şairin bir politikası olmalı. Halkın yanında duran ve halkın değerlerini kutsayan bir politika. Halk için mücadele eden bir politika. Ve halk için atan bir kalbi olmalı.
Ve böyle bir dünyaya şair tek başına savunmasız bir sınır bekçisi gibidir. Şairin dünyasını var kılması için kitlelere ihtiyacı vardır. Kitlelerin de şaire. Eğer içinde bulunduğu topluma söz söylemeyecekse şair, sadece kendi duygu dünyasına hapsolacaksa durup düşünmelidir. Niçin insan olduğunu, niçin yeryüzünde varlık gösterdiğini, niçin yaşadığını. 
Bugün dünyaya şairin söyleyeceği çok şey vardır çünkü karşısında ruhunu yitirmiş düşüncesi parçalanmış bir insanlık vardır. Şair önce bu ruhlara şifa olacak sonra düşüncede aksiyonu başlatacaktır. Şiire borç ancak böyle ödenecektir. Başka türlü şiire ödenecek borç yoktur. Şair içinde bulunduğu topluma ya hep birlikte ya da tek tek kalırsak yok olacağız duygusunu hissettirmelidir. Başka bir dünyanın mümkünlüğünü şair haykırdıkça sesi topluma ulaştıkça; yeryüzünde insana yakışır şekilde yeniden var olmanın yasalarını bulacaktır. Şiir yeryüzü içindir, şairde yeryüzünün haykıranıdır. Ses son gününü yaşayıncaya kadar, şair yaşamı haykıracaktır.  

93 Yazı film incelemesi

 http://www.dibace.net/sineyorum/annesiz-bir-mevsim-93-yazi/

93 Yazı Filmini online kültür-sanat platformu dibace.net'te yazdım. 


Annesiz bir mevsim: 93 Yazı


Annenin hayattaki kutsiyeti. Din, dil, ırk gözetmeden her anne çocuk ayrı bir dünya ve ayrı bir bağ. Anneyi bir tür ontolojik varlığımızın oluşma süreci olarak düşünmüşümdür hep; bu süreçte olan aksaklığın kişide yarattığı trajediler de hepimizin malumu olan şeyler. Anne bir tür kutsalımız. Özellikle çocukluk günlerimizde, onun geçirilen zaman paha biçilmez her zaman için. Annenin küçük yaşta yokluğunu yaşamış bir çocuk; o kaybı travma olarak ömür boyu taşıyor. O acı bir ömre yayılan bir gerçeğe dönüşüyor. Annesiz hayat, bizim için gizli bir köşe ve üzerine düştüğümüzde hazineye dönüşüyor. Edebiyatta annenin ölümünü en iyi anlatan dizelerden biri de Sezai Karakoç’un Anneler ve Çocuklar şiiri. Orada Anne öldü mü çocuk, bahçenin en yalnız köşesinde, elinde siyah bir çubuk, ağzında küçük bir leke” der. Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Orhan Veli, Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Cahit Sıtkı Tarancı gibi birçok şair de anne şiiri yazmıştır. Edebiyatın diğer alanlarına da anne hep bir şekilde görünür olmuştur. Fakat sinemada ağırlıklı olarak baba-oğul filmleri yer almakta, anneler şu an için sinemadan hak ettiği değeri tam olarak alamamış durumda. 

Buradan sonra bahsetmek istediğim film, Carla Simon’un 93 Yazı. MUBİ’de izlemeye açık olan film, bir tür otobiyografik. Bu haliyle yönetmeni de duygu dünyasında bir hayli zorlamış. Önce film ve gerçeklik birbirine karışmış ve sonra filmde olduğuna kendini inandırmış. Altyazı’ya verdiği röportajda şöyle diyor: “Kendi deneyimimden uzaklaşma ihtiyacını asıl, filmi çekerken hissettim. Bütün unsurları hafızamda ya da hayalimde oldukları gibi kullansam gerçekçi performanslar elde edemeyecektim. Çekimlerde gerçekçilik baskın gelir ve gerçeğin benim hayal edebileceğim herhangi bir şeyden çok daha ilginç olduğuna inanıyorum. Zihnimdeki imgelerle çekimlerin gerçekliği arasında bir denge bulmakla başa çıkmak zordu. Ayrıca, yönetmenlik yaparken hikâyenizin bazı öğelerine öncelik vermek zorunda kalıyorsunuz. Her ayrıntının çocukluğumla ilgili bir yanı vardı ve bu nedenle oyuncuların üstlendikleri rol çok önemliydi. Kendi kişisel duygularım yüzünden bazı şeyleri dayattığımı, onları dinlemeyi öğrenince fark ettim.” 

Film küçük yaşta annesini kaybeden Frida’nın annesiz yazı dayısının ve yengesinin yanında geçirmesini konu alıyor. Film boyunca çocukların dünyasından gördüğümüz anlar, bazen buruk bazen de gülümseten anlara dönüşüyor. Frida’nın kırsalda geçirdiği ilk annesiz yaz; bizi annenin yokluğunda çocuğun acısının sonsuz döngüsüne götürüyor. Frida kendinden iki yaş küçük kuzeniyle kırsalda hayatın tadını çıkarıyor gibi baktığımızda öyle anlara denk geliyoruz ki; annesiz kalmanın hüznünü taşıyor. Zaman zaman hırçınlaşması, kuralları alt üst etmesi ve annesinin akibetini henüz içselleştirmemiş olması, onun dünyasından iç benimize tutulan bir ayna. Annenin yokluğunu kabul etmeye yanaştığı sonda bizde de boğazda bir yumru kalıyor. Çocuklar annesiz kalmamalı gibi bir slogana götürüyor bizi. Frida’nın bu buruk ama samimi hikayesi izledikçe bizi kendine çeken bir döngüde devam ediyor. Belki buraya da uygun düşen Yahya Kemal’in Ufuklar şiiri. “Annemin naʹşını gördümdü, bakıyorken bana sâbit ve donuk gözlerle, acıdan çıldıracaktım, aradan elli dokuz yıl geçti, ah o sâbit bakış elʹan yaradır kalbimde, o yaşarken o semâvî, o gülümser gözle, ne kadar engin ufuklardı bana”

Annenin yokluğu ve çocuk dünyasının izlerini takip etmek isterseniz, filmi görmeniz en iyisi olacaktır. 


2 Haziran 2023 Cuma

Apartmanın Mutsuz Biçimsizliği şiirim

 

matbu olarak yayınlanan Şiir Versus'un son sayısında yayınlanan şiirim. 


APARTMANIN MUTSUZ BİÇİMSİZLİĞİ


Ben hayatın burasında ne yapıyorum
On katlı bir apartmana bakıyorum
Pencerelere yansıyan nesnelerden
Onlara hikayeler yazıyorum
3+1'ler aşırı mutsuz genişlik yetmemiş
2+1'lerde biraz iki kişilik anlar var
1+1'ler yalnızlığı o korkunç fluluğu
Bohem şeyler sanmakla meşgul
Ben hayatın burasında apartmanın
Rengine bir ad buluyorum
Sarısı fazla sonbahar
Pembesi aşırı hayalci
Göğe yükselmiş bu apartman ama
Göğe yükselen bir ağaç, bir kuş gibi
Değil işte öyle özgür değil
Onun katları mülkiyetle ölçülmüş
Bir tür meta olarak burada
Onun mutluluğundan söz edemeyiz
Parayla hayatımıza giren
Hiçbir şeyin gerçek mutluluğundan
Mesela balkona klima koyan
Hangi gölgenin serinliğini arıyor orada
Mesela şehrin kalbindeki balkonuna
Leğen koyan unutamadığı yer hangi kırsal
Ben bu apartmanın göğe yükselişindeki
Anlamsız ihtişamından rahatsız oluyorum
Buranın hikayesinden mutluluk bulunmaz
Şehrin bağrında biçimsiz bir
Performans
Ben apartman olarak senin imajından
Rahatsız oluyorum
Buradan on katlı bir mutluluk çıkmaz 

SAYIKLAMALAR İKİ

 SAYIKLAMAR İKİ En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınını...