30 Nisan 2023 Pazar

Karanlık Gece filmi üzerine inceleme

 

Bu Karanlık Gece’nin

aydınlık sabahı yok


Türk olmak bizim için her zaman övünç kaynağı, asla Türk olmayı yere göğe sığdıramayız. Sanki bize çağlar boyunca verilmiş bir övünç madalyası ve her yüzyıl bizim için bu övünce açılan kapı. Türk yiğittir, cesurdur, uludur, dürüsttür, çalışkandır ve Tanrı tarafından kutsanmıştır. Sahi Türklük üzerine konuşurken bu övgülere denk gelmediğimiz bir konuşma geçiyor mu ben pek bilmiyorum. Uluslar çağında insanın ulusuyla övünmesi ve onu bir şova dönüştürmesi bir açıdan bakınca sorunsuz görünüyor ama biraz yakından bakınca bu yüceltme ancak başkalarına haksızlık yapılarak ulaşılmış bir nokta gibi.

Yüz yıllık Cumhuriyet geleneğimiz; bazı hatalarla dolu ve biz bunu çok da kabul etmek istemiyoruz. Ulus olma bir ve beraber olma iç güdümüzün altında kısmen öteki olana yaptığımız haksızlıklar yatıyor. İmparatorluk bakiyesinden yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne geçerken biz bazı uluslara haksızlık ettik; özellikle gayrimüslimler. Sonra Kürtler sonra da kuruluş felsefesine ters herkes birden öteki olup çıktı.

Sürekli olarak övündüğümüz Türk olma hali aslında ötekine yaptığımız haksızlıkları da üstünü kapatan bir bayrağa dönüştü. Anadolulu olmak da bunların bir parçası; ulu Anadolu, tarihiyle gurur duyduğumuz Anadolu, bağrında güzel insanlar yetiştiren Anadolu artık bir tahammülsüzlük yurdu ve kendinden olmayana yaşam hakkı tanımayan bir yurt.

Buralara dair eleştiri yaptığımızda da hemen vatan, millet ve bayrak duygularımız sorgulanır. Kimliğimiz sorgulanır ve kim olduğumuz yeniden tanımlanmaya başlanır. Gerçek şu ki; toplum olarak; öteki dediğimiz, gayrimüslim, Kürt, Alevi, homoseksüel gibi katmanlara karşı son derece tahammülsüz ve acımasız olabiliyoruz. Tek renk tek millet tek ses olma duygusu mutlaka beyaz, sünni ve Türk olmayla eşdeğer. Diğer türlüsünü görmek, duymak hayatın içinde barındırmak istemiyoruz.

Halbuki, yaşamı anlamlı kılan öteki değimiz bir başkasıyla hayatı paylaşırken adil ve hoşgörülü olabilmek. Edirne’den Kars’a kanayan bu yaramıza az dokunmaya çalışsak hemen acımasızlık devreye giriyor ve birileri canıyla ödemek zorunda kalabiliyor. Hayatta olmak bir bedel ödemeye dönüşebiliyor.

Bunlar ve bir çoğunu bana düşündüren Özcan Alper’in Karanlık Gece filmi oldu. Yaşanan köye dışarıdan gelen (yabancı) orman mühendisi genç Ali’nin trajik sonu, ne kadar da tahammülsüz ve acımasız olduğumuzun haykırışı. Yaban hayatına karşı ilgili olan Ali köyün güzel kızı Sultan’la yakınlaşmaya başlayınca, daha önceden çok iyi anlaşmış olmalarına rağmen İshak’ın da dünyasında dışlanıyor. Ölümle biten trajik sonu kendine hazırlamasının altında yatan gerçek; bir yabancı olarak orada varlık göstermesinden başlıyor. Olayın üzerinden yıllar geçmesine rağmen vicdan mücadelesinden sağ çıkamayan İshak, kendini aklamak için verdiği mücadele de başarılı olamıyor. Köylülerden farklı düşünmesi, suçun ifşacılığını yapmak istemesi belki de her şeyden çok vicdanını susturmaya çalışırken; köylülerin ona da reva gördüğü son Ali’yle aynı oluyor. Açıkçası sarsıcı ve kötülüğün acımasız doğasının nelere mal olabileceği üzerine düşündüren bir gerçeklik. Bu sonla filmden çıktığımızda, insan olmanın tam karşılığının ne olduğu üzerine donup kalıyoruz. İnsan olmanın acımasız doğası üzerine şiddetli bir acıyı gösteren son.

Tema olarak bazı noktalarda Kurak Günler çağrışımı yapsa da içerik olarak daha gerçekçi kotarıldığına bizi ikna ediyor. Erkek olmanın vahşi doğası da filmin eleştirel bakış açısı arasında sayılabilir. İshak ve Ali diğer erkeklerle kıyaslandığında daha feminen kalmaları, alkol ve bazı erkeksi hikayeler etrafında köyde dönem erkeklerin dünyasına uyumlu değil. Ve bu erkekler organize kötülüğün mimarları.

Şu an sinemalarda gösterimde olan film; Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden En İyi Film ödülü aldı ayrıca Ankara’da da Jüri Özel Ödülü.

Karanlık Gece; organize kötülüğün ve erkek dünyasından beslenen acımasız yaşam şeklinin açıkça gözümüze sokulan, Anadolu irfanımızın da bahsedildiği kadar steril olmadığını haykıran bir yapıda. Filmin dünyasını belki çok karamsar bulabiliriz ama yaşadığımız hayatın içinde de hangimiz bu karamsarlığın içinden geçmeden var olabiliyor sorgulamak lazım. Bunları ve daha fazlasını düşünmek için filmi görmenizi isterim.

27 Nisan 2023 Perşembe

şiir kitabım üzerine inceleme yazısı


Gövdesi Hakkında Konuşan şiir kitabım hakkında Hakkı Yanık'ın kaleme aldığı yazı. 

 Şiir kelebeği

Avanos’taydım. Pekmez kaynatmak için üzüm eziyordum. Radyoda Neşet Ertaş. Bir ara dilimden, “Üzümdür ezildikçe renk pompalayan” dizesi döküldü. Zeynep Karaca’nın ‘Söylenmiş İlk Hece’ şiirinden.Avanos yolculuğundan bir gün önce Ketebe Yayınları’nın yeni yayımlanmış kitaplarına baktım. Gözüm tanıdık bir isme takıldı: Zeynep Karaca. Hemen arkadaşımız Güner Demircan’a gidip rica ettim kitabı.
Kırmızı kapaklı bir çalışma. Yazar isminin altında, Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek yazıyor. Biraz üste kayıyor bakışım: ‘Şİ/İR’ ibaresini görüyorum. Ketebe’nin genç şairlere verdiği desteği dikkatle takip ediyorum. Alkışı hak eden bir gayretleri var.
Karaca, Yeni Şafak’a da emek vermiş bir kardeşimiz. Aynı zamanda Sezai (Karakoç) Bey’in öğrencilerinden. 14 yıl devam etmiş ‘diriliş’ yürüyüşü. 15 yıl önce başladığı şiir sevdası ise, ‘kitaba' dönüşüvermiş. Geçen ayki ‘kitap eki’mizde yayımlanan söyleşide, çocukluktan beri şiir yazdığını belirterek, 20’li yaşlarda bu işi ‘ciddi bir uğraş’ haline getirdiğini söylüyor Karaca.
Kitabın ismi ve şiir başlıkları hikâyeye çağırıyor muhatabını. Mesela, Şeyin Her Şey Olarak İkiye Ayrılışı, Biri Sizinle Yolculuk Yapıyor, Dilenen Bir Çingeneye Özenen Şiir, Elleriyle Konuşan Biri, Dolanmış Ayaklar Adım Atmak Mümkün Değil, Zaman Bir Tik Bir Tak Her Şeye, Uzun Yaşayan Fotoğraf gibi. Şairin hikâye yazacağı günü merakla bekliyorum doğrusu.
Gözlem(e) gücü çok yüksek Karaca’nın, hafızası berrak. Bunu gösteren onlarca dize var. Basitten karmaşığa uzanmasını başarabiliyor. Sorgulayan, sorularla ilerleyen yapıda şiiri. Kitaptaki son şiirin son dizesini alıntılayalım: Bir bebek önce hangi heceyi söyler? Felsefî bakışı güçlü. Basit ve fakat usta tahlillerden kaçınmıyor: (İnsan nedir?) En beyaz giydiği gün dünyaya ait olmayan (s. 34). Ve ölümle ilgili şu tespit: Ölümün sesini duydun mu avluda / Çocuğun ağlayışına yakın olan o sesi (s. 42).
Elleriyle Konuşan Biri ve Yakarış şiiri başta olmak üzere, Babaannemin Ejderhası, Dilenen Bir Çingeneye Özenen Şiir, Vagonların Taşıdığı Hüzün, Piksel Uzaklığı, İki Kanat Fazla ve Ölü Doğmak şiirlerini severek okudum.
Altı çizelecek dizelerle bitirelim: Babaannem mezar taşında / Bir fatiha bekliyor (s. 15), Kara bataçıka yapılan bir yolculuktu çocukluk (s. 18), Bir ağrıyı büyütmüş gelecek gün diye (s. 24), Bir hüznü büyütmek içinde / Kalbin çıkış kapısıdır (s. 30), Anlamı burada değil yalnızlığın / ..ağaç kovuğuna gizlenmiş (s. 31), Ben değilim ipe hevesli / Başkasının boynu yakınlaştığım (s. 45) ve Sokak bir türküden yapılmış (s. 49).
Süt dişi
Gözünü aç ve gölgeye bak /
Renkler içinde yeri nerede
İnsan ruhunun köpeğidir
Duygular boğazda tasma
Birlikten doğan kuvvet
Değildir, büsbütün keyfiyet
Mesela çorabı önce hangi
Ayağına giymekle
İnancın arasındaki bağ
Söylenmiş midir bir bebeğe
Ölünün ardından tutulan
Yasta, süt dişi vardır
Yaşamın devamı, yeni ayna
Gözyaşı akıtmak
Bir yokuşta duraksamaya benzer
Çünkü nefes oraya kadar
Her şeyin üzerine bir hayal
Yarının dokunulmamış yerini ayartmak
Halbuki insan nedir
İki toprak arasında devinen su
Bir de şu:
En beyaz giydiği gün dünyaya ait olmayan
Zeynep Karaca

Kadın şair olmak üzerine yaptığım podcast yayını



Anadolu Ajansı'ndan Ümmühan Atak ile "kadın şair" olmak üzerine yaptığımız podcast. 
Dinleme linkleri aşağıda.

10 Nisan 2023 Pazartesi

İlgi Manyağı filmi üzerine

 Online kültür sanat sitesi dibace.net'te yer alan film incelemesi yazım. 

http://www.dibace.net/sineyorum/siradan-yasam-out-ilgi-manyagi-in/


Sıradan yaşam out

İlgi Manyağı in


Yaşadığımız çağın algoritması bizi görünür olmak ve sürekli bu etkiyi üzerimizde taşımak; bu etkinin yarattığı alanda varlık gösterme noktasında epeyce destekliyor. Ve biz neredeyse normal hayatımızın görünür alan dışında kalan yerine tahammül edemez ve değersiz görür hale geldik. Sosyal medyanın son 15 yıl içinde hayatımızda aktif yer bulması; bu tarz belki de ileride hastalık olarak tanımlanabilecek alana bizi hapsediyor. Yemek yiyoruz, geziyoruz, yakınımızda biriyle sohbet ediyoruz ve bunu anında paylaşmak anında görünür olmak duygusundan kendimizi alıkoyamaz bir halde yapıyoruz. Günümüzün en yaygın var oluş biçimi olarak “görünür olma” adeta bir salgın gibi her taraftan bizi sarmakta. Karşı koyanımız buna direnenimiz yok denecek kadar az.

Burayla birleştirmek istediğim; İlgi Manyağı isimli son zamanlarda sinemalarda olan şimdi de online izleme platformu MUBİ’ye gelmiş olan bir film. Sevgilisinin bir şekilde medyada görünür olmasından kendine rol almak isteyen baş kahramanımız Signe, bunu fazlasıyla başarıyor. İlgi çekmek ve o şekilde görünür olmasını dolaylı olarak ünlü olmayı başarmak istiyor ve bunu sağlığına mal olacak şekilde de başarıyor. Signe o zamana kadar sadece kendi etrafında tanınan yüzünü bir marka olarak kullanılacak bir şekilde görmeyi hayal etmesinin ardından, bir torbacıdan aldığı ilaçlarla; yüzünde çok korkunç denebilecek bir görüntü elde ediyor. Burayı yine son yıllarımızın etkili hastalığı olan estetik yaptırma ile birleştirirsek. Mevcut koşullar, görünür olma tutkumuzdan dolayı; kendimize de acımasız olacağımız bir noktaya bizi sürüklüyor. Kimimiz burnumuzdan, kimimiz yüzümüzden memnun değiliz ve bunun bir çözümü var; estetik. Burada belki estetik algısının ne olması gerektiği üzerine de düşünerek açabiliriz; estetik demek gerçekten kusursuz olmak demek mi? Ya da estetik dediğimiz bir görüntü; doğal halindeki kusurları içinde barındırmadan olabilecek bir gerçeklik mi. Sanat alanına baktığımızda bir şeyin estetik olduğunu kabul etmemiz için bizi ya gördüğümüz anda etkilemeli ya da alanına dahil olduğumuzda duygu-durumla bizi çarpmalı ya da başkalaştırmalı. Fakat yaşadığımız çağda kullandığımız elektronik araçlar; ağırlıklı olarak cep telefonları. Çektiğimiz karelerde bile kendimizin doğal halinin yeterli olmadığı ona mutlaka efekt ekleyerek paylaşmamız gerektiği noktasına herkesi sürüklüyor. Estetik anlaşımız araçların yayınlaşmasıyla; kusursuz, pürüzsüz gibi algılara bizi sevk ediyor. Halbuki olması gereken hayatın içinde yüzünde ben bulunan birinin kameraya konuşurken beninin bize insan oluşa dair hatırlattığı belki birçok nokta vardır. Ama biz artık her şeyin aşırı geliştiği bu çağda; yüzümüzdeki ben ya da sivilceyle anılmak, hafızalarda kalmak istemiyoruz.

Filme dönecek olursak; Signe bu değişimle; haber oluyor, bir markanın reklam yüzü oluyor ve hayatı artık herkesin kanıksayacağı ortak görünme ünlü olma alanına denk düşüyor. Ayrıca başından geçen bu macerayı kitaplaştırıp, bir popülerite de buradan kazanıyor.

Yukarıda söylemeye çalıştığım gibi; farklı olma, sıradan olmama, herkes gibi olmama adı altında kendimizi yeniden yorumlamak zorunda kalıyoruz. Medyanın bize bakışı da aslında haber için söylenen klasik bir cümlede yatıyor. “Eğer bir köpek sizi ısırırsa bu haber değeri taşımaz fakat bir insan köpeği ısırırsa bu haber değeri taşır.” Günümüzde görünür olma alanını da en iyi şekilde özetleyen habere bakış cümlesi gibi, yaşam alanımız ne kadar görünür olur ve oradan ne kadar topluma mal olmuş bir persona çıkarabiliriz ruh hali hepimizin ortak sorunu gibi geliyor.

Doğal olan içinde bir farklılık bulundurmayan yani sıradan dediğimiz hayatlarımız artık çok değersiz ve albenisi yok. O zaman cep telefonlarımıza davranıp; farklı olan bizi bir sonraki aşamada “daha görünür” olana taşıyacak etkiyi yakalamalı ya da bulmalıyız. Diğer türlü hayatın sıradan doğasında öğülmeye değer gerçekler yok.

Bunlar etrafında İlgi Manyağı’nın bana düşündürdükleri, hepimizin ortak sorusuna eş bir şekilde ilerliyor. O zaman hiç de albenisi olmayan bu sıradan hayatlarımızı ne yapalım, hangi ajansa götürelim de biraz albenisi olan bir gerçekliğe dönüşsün.

Mevcut yaşamımızın, hayatın doğasına müdahale olan görünür olma tutkusunu etraflıca düşündüren ve neyin içindeyiz sorusunu sorduran bu filmi sizin de kendi tecrübelerinizden izlemenizi isterim.

şiir/uzun yaşayan fotoğraf

Online kültür sanat sitesi dibace.net'te yer alan şiirim. 


Uzun Yaşayan Fotoğraf


 annemin fotoğrafı ondan daha uzun yaşıyor

baktığı gökyüzü, dağ ve dere de

büyüttüğü çocuklar da bir hayli yaş aldı
var mıymış, yaşamış mı
böyle hayatın ortasında
uzunca dolanmış mı
gören olmuş mu onunla konuşan
dertleri nelermiş nasıl söylemiş
sevinmiş mi doğururken
yemek yaparken kullandığı tereyağ
kışları giydiği yeşil hırka
adını koyan annesi
herkes ve her şey
ondan daha uzun yaşadı
mevsimlerin geçişinden neyi murat etti
bahçedeki elmaları toplarken
üzümü bağından toplarken
patatesi, mısırı, lahanayı
mevsimlere göre ayırırken hayatı
ölümün sesini duydu mu avluda
çocuğunun ağlayışına yakın olan o sesi
bilinmez, ben bilmem
annem bilir her şeyi
iki laf söylemez yine de bana
ağladıkça çoğalır uzaklaşan sesi
rüzgar esintisi gibi hayatımın ortasında

Şiir/Yığılıp Kalmış Sandalye

Matbu olarak yayınlanan Yitiksöz Dergisi'nde yer alan şiirim.. 

Yığılıp Kalmış Sandalye


Bahçeye yalnızca baharın geldiği bahçeye
Bir sandalye koymuşlar
Masa yok, unutulmuş değil istenmemiş
Otların ve çiçeklerin içinde
Gelmiş, geçmiş, gelecek gibi bir sandalye
Kediler var sütün tadını yalnız anneden bilen
Horoz ve tavuk var civcivler yok
Mutlu aile diyemeyiz
Kiraz, incir ve çam ağacı arasında
Bir yerde sandalye
Tutunacak bir el yok üzerinde
Keyifle üst üste atılmış bir bacak
Anne yok baba yok sevgili yok
Mutsuzluktan kalma bir bekleyiş gibi
Sandalye
Şimdi uzanıyorum ona pencereden
Kuruluyorum üzerine keyiflice de bir
Hayal kuruyorum
Ağlıyor sandalye
Çünkü hiç denk gelmemiş
Kendisi hakkında bir söyleve
Olacak düş ya bu ayağı değil kalbi kırık
Kış gelmiş oturmuş kollarına soğuk
Güneş gelmiş kavurmuş derisini sıcak
Şaşkın biraz sandalye ilk defa bir baharda
Bir hayalle avunmuş
En yakın dostu salıncağa şöyle fısıldamış
Sallanıp duran biri neden oturmayı seçmiş

31 Mart 2023 Cuma

kadın ve eğitim

 

Kadın ve eğitim üzerine

birkaç düşünce


Cumhuriyet’in 100 Yılı’na girdiğimiz bu sene Türkiye’de kadınların eğitime katılımı üzerine düşündüğüm birkaç şeyi paylaşmak isterim. Bu sesli düşünme vasıtasıyla da sizleri de bu alan üzerine ortak derdime davet etmek. Eğitim üzerine sürekli düşünen biri sayılırım; ülkede üniversite sayısı 250’ye çıkmışken, bu kadar eğitimli insanlara ne oluyor, topluma yansımalarını görüyor muyuz, eğitimli olmanın sosyal hayatımıza katkıları neler etrafında düşüncelerim genişliyor. Açıkçası gördüğüm tablo bana çok iç açıcı gelmiyor çünkü ülkemizde eğitimli olmak kültürlü olmayı da beraberinde getirmiyor. Halbuki gerçek bir eğitimden bahsedildiğinde kültürlü olmak da onun ayrılamaz parçası olmak zorunda diye düşünüyorum.

Eğitimli olmak üzerine birçok eleştiri yapılabilir ama genel tablo olarak kadınların eğitim oranları ve topluma katılımı üzerinden ilerlemek istiyorum. TÜİK verilerine göre; “En az üniversite mezunu olan 25 ve daha yukarı yaştaki nüfusun toplam nüfus içindeki oranı ise 2008 yılında %9,8 iken 2020 yılında %22,1 oldu. Bu oran cinsiyete göre incelendiğinde; 2008 yılında 25 ve daha yukarı yaşta olup en az üniversite mezunu olan kadınların oranı %7,6, erkeklerin oranı %12,1 iken bu oran 2020 yılında kadınlarda %19,9, erkeklerde ise %24,4 oldu.”

Açıkçası bu durum eşitlik, adalet ve özgürlük temelli ve yüz yılını dolduran bir Cumhuriyet rejiminde üzülerek karşılanacak bir durum. Kadınların eğitimli olması, hayattaki rolleri ne olursa olsun, bizim gibi bir ülke için toplumu her zaman bir adım ileriye taşıyacak acil bir ihtiyaç.

Kırsal açısından düşündüğümüzde; eğitimsiz kadınların kısa süre içinde evlendirilmeleri ve sosyal hayatta konumlarının sadece “anne” olarak sınırlanması hemen hemen herkesin karşılaştığı bir gerçek.

Şehirde bir kadının eğitimsiz olması ise; bir fabrikada işe girmesi ya da kırsaldaki akranının kaderinden pay alması anlamına geliyor.

Eğitimi buradan bakınca insanın hayatı boyunca olmazsa olmazı gibi tapıcı bir noktaya taşımak istemiyorum. Ama ülke gerçeği açısından baktığımızda; evet olmazsa olmaz bir zorunluluk.

Eğitim alanlarının bir çoğuna cemaatler yuva yaparken muhafazakar temelli bir toplumda kadının eğitimsizliğinin nasıl büyük bir cehalete döneceğinin an meselesi olması herkesin malumu olacak bir gerçeklik.

Kadın okumadığında, sosyal adaletsizliğe daha fazla maruz kaldığı da bir gerçek. İkinci acımasız boyutu ise; hayatta kim olmak istediğine kendi karar veremiyor oluşu. Gerçekten bir anne olmak istiyor muydu, iş hayatında daha nitelikli yer almak istiyor muydu ya da kadın olarak kendini dünyaya nasıl kanıtlayabilirdi soruları da otamatikmen cevaplanmış oluyor. Evin ve yerin belli ve sen bir erkeğin tanımladığı alan kadarsın.

Virginia Woolf’un yüzyıllar önce Kendine Ait Bir Oda’da açmaya çalıştığı tartışmadan aslında yıllar sonra bile aynı kaderi yaşayan yığın olmak ne kadar can yakıcı bir nokta olduğunu size bırakıyorum. Neden Shakespeare çıkıyor da bir büyük kadın yazar çıkmıyor sorunu. Kadınlar olarak eşit koşullarda karşılık bulmadığımızın bir yansıması olan bu sorun, hala güncel bir yara olarak aramızda.

Kadının okuması ve sonrasında hayatta olmak istediği role kendi cevap bulması, sıradan ve küçümsenebilir bir gerçek değil. Hatta kadına bakışı temelden etkileyecek bir gerçek.

İran olmak, İran’a benzemek tartışması yaptığımız zamanlarda da tablo çok iç açıcı değil çükü İran’da kadınların okullaşma oranı bizden yüksek. Resmi verilerle şöyle: “Kadınların ön lisans eğitimindeki oranlı %40.8, lisans %62.3, yüksek lisans %36.6, Tıp alanında %56.8 ve doktora da ise %27.1’dir. Devrim sonrasında geleneksel evlilik kanunlarına geçilmesiyle birlikte kadınların eğitim meslek olanaklarından yararlanma imkânları azalmıştır”

Eğitimle kendi kozasından çıkabileceğini, en azından kendine ait bir bilinç geliştirebileceğine inandığım kadınlar için üzerimize düşen çok şey olabilir. Şimdi burada gündeme getirmem de bunlardan sadece biri. Kadın ve eğitim, kadın ve kendini tanımakla gelen bilinç, kadın ve sosyal hayat, kadın ve iş hayatı konuları da elbette bir noktada; eğitimli olmanın basamaklarından geçen bir sürecin sonu.

SAYIKLAMALAR İKİ

 SAYIKLAMAR İKİ En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınını...