8 Ağustos 2024 Perşembe

Şu baş örtüsü nelere kadir!


Bu sıralar Twitter’da hala X demeye alışamadım, en fazla etkileşim alan iki konu var. Biri 17 yaşındaki Elif Berra Gökkır’ın Paris Olimpiyatları’nda okçulukta çeyrek finale çıkması üzerine; bir kadının yazdığı yorum. Filiz Bağcı isimli bir kullanıcı Elif Berra’nın başarısı üzerine; “çocuk yaşta başı örtülü, ben yaptığına odaklanamıyorum, özgür olmayan bir kız çocuğu” yorumunu yaptı. Bunun üzerine, milyonlarca farklı mesleklerden başı örtülü kadınlar tweeti alıntılayarak cevap verdi.

Sahi bu baş örtüsü; doktor olmaya, avukat olmaya, savcı olmaya, sporcu olmaya, hakim olmaya engel mi? Sahi biri baş örtülü olduğu için, doğru kararı veremez mi, bir başarı elde edemez mi?

Bunlara 28 Şubat süreci boyunca çok denk geldik. Yıllar, yıllar geçti hala bu zihniyetin uzantılarıyla uğraşıyoruz. Çağdaş kadın mini etek giyen başı açık kadın mı?

Baş örtülüler olarak bunlardan çok çekmedik mi? Artık baş örtülü ve başarılı kadınlara toplum hazır değil mi? Başörtülü doktor, başörtülü mühendis, başörtülü sporcu. Bunlar hayal mi olmalı.

Evet baş örtüsü bir simge hem dini anlamda hem de politik anlamda; biri başını kapatıyorsa otomatik olarak onun bazı hassasiyetleri olduğunu var sayıyoruz. Demek ki; dindar, demek ki bazı hassasiyetleri var diyoruz. Peki baş örtülü ama seküler olamaz mı bu kadınlar? Hala anneannelerinden kalma; temizlikçi, hizmetli  gibi mesleklerde mi çalışmalı baş örtülü kadınlar.

Bir diğer konu baş örtülü olup; seküler olamaz mı? İnançlı ama seküler teamülleri olamaz mı? İllaki dindar olmak zorunda mı? Baş örtüsü üzerinden kadına biçilen rol neden hep, bir alana sıkışmak oluyor. Kadın baş örtülü olduğu için neden hem sekülerlerin hem dindarların alanlarında sıkışıp kalmalı. Baş örtülü bir kadın hayatıyla ilgili yaşam şekline neden kendi karar veremiyor da onun üzerinde karar alıcılar var?

Bu konuyla birlikte ikinci çok konuşulan konudan bahsetmek istiyorum. Yine bir Twitter kullanıcı; baş örtülü kadınların Anıtkabir’e gitmesini eleştirmiş, bunun üzerine baş örtülü kadınlar Anıtkabir’e gittikleri fotoğrafları paylaşıyorlar.

Evet baş örtülü kadınlar Kemalist zihniyetten çok çekti. Yıllarca sosyal hayattan ve eğitim hayatından dışlandı. Ağır bedeller ödediler. Bunlar da kadınlara Kemalizm üzerinden yapıldı. Bugün aynı kadınların çocukları Anıtkabir’i ziyaret ediyor, Atatürk’e bağlılıklarını sunuyor. Bu da yarı bir konu olarak incelenmeli elbette. Ama yine aynı yere gelmek istiyorum. Baş örtülü kadına  ne yapması gerektiği birileri tarafından söylenmemeli.

Dindar sakallı bir genç alkol aldığında sorun yok ama baş örtülü bir kadın aldığında dünya alt üst oluyor. Buna bu kadar anlam yüklemeye gerek var mı?

Baş örtüsü üzerinden kadınların hayatları kısıtlanıyor bence. Zaten evde, sokakta kadınlar bir sürü baskıyla karşı karşıya bir de toplumun içine karıştığında baş örtülü olma ayrıcalığı yükleniyor üzerine.

Bence baş örtülü kadınları sekülerler ve dindarlar rahat bırakmalı. İsteyen örtebilir ve örtüye göre istediğini yaşayabilir. Kadına rol biçilmesini ve kadın üzerinden birilerinin tahakküm kurmasını kabul etmiyorum.

Kadınların daha özgür ve kendilerine ait bir hayatı yaşayacakları günlerde buluşmak üzere diyorum.   

24 Haziran 2024 Pazartesi

PARK ORTASINDA ÜSTELİK SURİYELİ VE TAHİYATTA

online şiir portalı grunge poetry'de yayınlanan şiirim 

https://grungepoetry.com/2024/06/14/park-ortasinda-ustelik-suriyeli-ve-tahiyyatta-zeynep-karaca/


bir fotoğraf karesini, bir gerçek kesit

olarak anlatmaya başlıyorum

Suriyeli dört kişi, biri imam kırmızı kapşonlu
biri çocuk sağa selam vermiş biri de çocuk henüz sola selam vermiş
biri yetişkin baba mı amca mı bilmem
sadece imama inanmış bir yetişkin
yeryüzü mescit evet başka bir ülke kıble
nerede Allah nerede tapılacak park
böyledir inanmak, üzerine yağan
bombadan kaçtığında bile
bir yol kenarında bir tahiyyat
kırmızı kapşonlu imam
selam verecek yerle bir olmuş vatanı için
selam verecek mülteci yaşadığı için
selam verecek dünyanın parayla çevrilen
çarkları onu da öğüttüğü için
bir selam daha verecek
tek ümitse bu leş çağında burası
allahı biraz daha alımlayarak
öyle protest öyle yalnız öyle yol kenarı bu park
son nefeste Allah için alınmış nefes gibi
diri ve o nefes gibi korku dolu nefret
otomobiller duymuyor evet sağır otomobiller
geçenler görmüyor evet mülteciler görülmez
eller şimdilik kırılan dizlere ait
eller şimdilik hayata öfke Allah’a muhtaç
ağaç yanı başlarında mevsim sonbahar
gölge bile istenmez bu mevsimde hayattan
çocuklar ki, yaşamı tanımadan bulmuşlar Allahı
o yüzden bırakılmaz o Allah yarın da
öyle bir selam, öyle bir tahiyyat öyle bir
ağaç tablosu
öyle vatansız, öyle mülteci, öyle çağın vahşeti
kimse tanımıyor bu imamı, iki çocuğu ve bir yetişkini
Allah’a sadece sığınarak park ortası yalnızlığı
emin evet sadece bir şeyden emin imam
üzerinde kırmızı kapşon hem mülteci hem de bu çağda üç inananından
ağlamaklı bir fotoğraf değil
belki havaya sıkılmış bir yumrukta değil
sadece park ortasında Allah’a sunulan performans
kimse burayı puanlayamaz hiç kimse
Allahsa belki verir belki vermez bir muallakta

Türkiye kadar büyüme hikayesi: Yurt




online edebiyat portalı edebiyatburada'da yayınlanan yazım


İslami camia yirmi yıllık AK Parti iktidarı ile ilk defa bu kadar devletle barıştı. Eskiden devlet kötü bir aygıttı. Bize dinimizi yaşamaya izin vermeyen ve bizi öteki olarak gören bir aygıt. Her ne kadar 1950’den itibaren sağ görünümlü partiler iktidarda olsa da, aslında İslami camia hiçbir zaman kendini iktidar yapamadı. Ta ki, AK Parti iktidarına kadar. Özellikle 28 Şubat süreci; irtica ile mücadele yılları ağır Kemalizmin hüküm sürdüğü yıllar, dindar olupta devletten nefret etmeyen neredeyse yok gibiydi.

28 Şubat’ın başörtüsü yasağı, imam hatiplerin kapatılması ve dini cemaat ve vakıflara baskılar. O yıllarda cemaatler faaliyetlerini merdiven altı yürütüyor ve örgütlenmeyi devre dışı yapıyordu. Yaşım gereği bunların sadece bir bölümüne denk geldim. Kavga o kadar sertti ki; okuduğum imam hatip lisesinde bize Atatürk’ün Yahudi olduğunu ıspatlamaya çalışan hocalarımız bile vardı.

Tüm bunların ekseninde koca bir nesil, hatta nesiller boyu devlete düşman olarak yetişti. Devlet demek, baskı ve zulüm demekti. AK Parti ile başlayan develetle barışma süreci bugün de devam ediyor. Ama kitleler ne kadar barıştığı hala bir soru işareti.

O yıllarda dindar yetişen bizler; devleti ister istemez bizi sevmeyen ve kabul etmeyen bir gerçeklik olarak görüyorduk özellikle Kemalizm bizim öcümüzdü. Bunları yaşayan toplumun büyük bölümünün din temelli olduğunu var sayarsak birçok insan bulmak mümkün.

Ve bir çok isanı da, size; Kemalizmden nefretini anlatmaya hazır halde bulabilirsiniz.

Bana bunları geriye doğru düşündüren film Yurt oldu. Nehir Tuna’nın ilk uzun metraj filmi. Sanırım da otobiyografik bir yapım. İstanbul Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü aldı bu sene, şu an vizyonda.

Lise öğrencisi Ahmet’in ailesi, Süleymancı yurdu ve kolej arasında geçen hayatına odaklanıyor film.

Ergenliğin bütün açmazlarını yaşayan Ahmet, din ile devlet arasına sıkışıp kalmış durumda. Babasının cemaatle olan bağı nedeniyle yurda verilen Ahmet, öncelikle kendi hayatının oradan ilerlemesini istemiyor. Ahmet, ailesiyle koleji arasında bir tercih yapmak istiyor ama babası oğlunun dindar yetişmesi taraftarı. Varlıklı bir ailesi olan Ahmet’in ayakkabılarının bile diğer çocuklarla kıyaslandığında sınıf farkını ortaya koyan bir hal alıyor. Dinle birlikte sınıfların eriğini görüyoruz film boyunca ama orada da karşımıza “ruhban sınıfı” çıkıyor. Aslında bu İslam’da Peygamberin hadisiyle sabit olduğu gibi “üstünlük ancak takvadadır” sözü gereği; sınıflı toplumla çok bağdaşan bir anlayış değil. Dinde üstün olan güzel ahlak sahibi olandır, dinin bu bakışı elbette metafizik. Ama bu üstünlük kişiye başka statüleri de veriyor çağımızda. Halbuki Peygamber döneminde böyle olmamış. Şu an cemaatler takvadaki üstünlüğe; serveti de eklmeiş durumda, siyaset ve çıkar ilişkilerini de eklemiş durumda.

Ahmet bir süre sonra yurdu kendi gerçekliğinin bir parçasına dönüştürüken bir yanda da kolejdeki hayatına yoğunlaşıyor. Andımızı okurken kısılan sesi ve içinden gelmeyerek okuması da buna bir örnek. Ahmet din temelli tercihini yapmış ve devletle arasına mesafesini koymuş görünüyor. Ama ergenliğinde verdikleriyle Ahmet’in serüveni bir hayli karışık.

Türk filmlerinde bilerek ya da bilmeyerek yapılan bir hataya Yurt yer vermiyor. Bilinçli kötü dindar yok filmde. Bir kişi var yurt sorumlusu, babasının da deyimiyle bir çürük elma hepsini etkilemez. Dindarlara bakışı olduğu gibi sunması bakımından filmi tebrik etmek de gerekiyor. Neyse o, o kadar. Bir de hayatın içine çok uygun dindar karakterler. İslami camiada bu filmi izleyenlerin çoğu, tipleri yadırgamayacaktır. Hatta kendinden bir parça bulacaktır.

Filme dönecek olursak; postal ve devletin soğuk yüzü, çok iyi resmedilmiş. Askerlerin teftişe geldiği sahne öncesi, Arapça kitapların yakılması, kapıda protestolar ve sürekli yurdun denetlenmesi. Bunlar çok gözümüze sokulmadan devletin aslında dolaylı olarak Kemalizmin bize ne kadar soğuk, nobran  olduğunu göstermeye yetiyor.

Ahmet’in ergenlik sancıları da geri planda tutulmuyor, bir kıza ilgi duyma, cinselliği ilk keşfi, aile ile kavga, bunlar da hayatın içinden ve tanıdık duygular. Bunları yaparken masumiyetin kaybolmuyor oluşu da ayrıca övülmeye değer.

Ahmet’in aile ve kolej arasında sürekli bir gerilimle geçen filmin büyük bölümünün siyah beyaz olması da atmosferi yaşatma açısından önemli. Rengin açıldığı yer, Ahmet’in arkadaşıyla yurttan kaçtıkları sahne. Bunca şeyin içinden kaçarak huzur bulmak, kendini bulmak ve kendin olmanın tercihi gibi kavramlarla okudum ben ve filmin kalanını renkli ziledik.

Sinematografik açıdan iyi görüntülerin bizimle olması da ayrıca filmi zevkle izleme deneyimi sunuyor.

Bu topraklarda yaşıyor ve dindar aile çocuğuysanız Yurt’ta size dokunan bir şeyler mutlaka olacaktır. O yüzden gidin izleyin diyorum. 

12 Mayıs 2024 Pazar

Tereddüt Çizgisi ya da umudu yitirmek

 

online kültür sanat portalı edebiyatburada.com'da yayınlanan film yazım 

https://edebiyatburada.com/zeynep-karaca-yazdi-tereddut-cizgisi-ya-da-umudu-yitirmek/






Tereddüt Çizgisi 
ya da umudu yitirmek

Adalet arıyoruz, Türkiye olarak bulunduğumuz bu noktada uğradığımız haksızlıkların karşılığını mahkemelerde arıyoruz. Bu arayış bizi, başka noktalara götürüyor. Çünkü bulamıyoruz. Politik bakalım ya da bakmayalım başımıza gelen her olayda mahkemeye işimiz düştüğünde adil bir kararla dönebiliyor muyuz? İster küçük bir şehirde olalım istersek metropolde. Kendimizi koyduğumuz yer; artık terazi taşımıyor. Bana buna dair düşündüren bir filmden bahsetmek istiyorum. Selman Nacar'ın Tereddüt Çizgisi.
Uşak gibi bir kentte geçen film bizi adeta o sıkışmışlıkta boğuyor. Sıkışmış olan bireyler mi, toplum mu üzerine düşünmeye değer. Kişisel olan toplumsal mıdır, toplumsal olan kişisel midir üzerine de düşündürüyor.
Filmden kısaca bahsedecek olursak; Avukat Canan'ın annesi bitkisel hayatta, savunması gereken biri var. Musa, patronunu öldürmekle suçlanıyor. Avukat Canan, Musa'yı kurtarma derdinde. Mahkeme salonunda Musa'yı savunurken salonun çatısı çöküyor. Çürüyen bir sistem olduğuna dair film bizi ikna etmek istiyor. Hastanede annesinin durumu ve kendi sağlık sorunuyla boğuşan Canan, özel hayatında da mutlu değil.
Televizyon fırtınadan bahsediyor, Uşak'ı etkisi altına almış bir fırtına var, caminin minaresi yıkılmış. Ama başkan söz verdi minare yapılacak diyor bir yerde. Çatısı çöken bir adliye binası varken caminin minaresini yapmak. İçinde yaşadığımız hayatın bir özeti gibi.
Bir önceki filmi olan İki Şafak Arasında'da yönetmen fabrikanın içindeydi; üretim araçlarıyla ilk noktada iletişim kurmuştu. Ve liberal ekonomiyle hızla kapitalizme uyum sağlayan ülkemize daha yakından eleştiri sunuyordu. Orada da aranan bir adalet vardı. Burada da aranan bir adalet var. Ama ikinci film daha karamsar, aranan adalete ulaşılamıyor.
Film ağırlıklı olarak Canan karakteri üzerinden ilerliyor. Canan'ın adliye ve hastane arasında geçen hayatı. Karakterler kusurdan uzak değil, sorun olan sadece büyük resim değil, küçük resim de sorunlu. Ya herkes içinde yaşadığı topluma benzemiş ya da içinde yaşadığımız toplumda herkes birbirine. Canan aynı zamanda idealist. Fakat, film boyunca bize hissettirilmeye çalışılan toplumsal çürüme Canan'ın hayatında da var. Film boyunca nereye dönsek sıkışıp kalıyoruz. Kadrajlar da bu sıkışıklığa dair anlatılarla dolu.
"Devletin dini adalettir" diyor Hz. Ali, biz bugün bunu ne kadar yaşatabiliyoruz, durum ortada. Bunu düşünmeye bolca zamanımız var filmde. Mahkeme sahnesini izlerken de; Balzac'ın  "Kanunlar örümcek ağları gibidir: zayıfları ağa yakalanır, güçlülerse ağı delip geçer" sözleri düşünülebilir.
Yönetmenin Türkiyesi karamsar, umutsuz ve çıkışsız. Nefes almamıza imkan yok. Son karede film şehirden uzaklaşırken gökyüzünde kara bulutlar var. Hiç mi umut yok diye soruyor insan, yönetmene kalırsa hiç ümit yok. Fakat umuda inanmakta bir mücadele yöntemidir. Bunu deneyelim diyorum.

Hüseyin Atlansoy röportajı

 

online ve matbu gazete Litros Sanat için şair Hüseyin Atlansoy ile yaptığım röportaj.


https://www.litrossanat.com/siirlerimde-bir-vaadim-yok/


Şiirlerimde bir vaadim yok

9 DAKİKADA OKUNUR

Şair Hüseyin Atlansoy’un “Açık Kaplan Haykırışı” isimli şiir kitabı çıktı. Yeni kitabın bize neler vaat ettiğini sorduğumuzda Atlansoy, “Ben denedim bir vaadim yok. Yoksuzluk kötüdür.” diyor. 

1980 şiirinin önemli isimlerinden biri olan Hüseyin Atlansoy’un son şiir kitabı “Açık Kaplan Haykırışı” çıktı. Şiirin imkanlarıyla bize her zaman yeni olan nefesi sunan şairin bu kitabı da gayet iddialı. Bazı şairleri okumaktan sıkılmaz, tekrar tekrar bakarız, Hüseyin Atlansoy da bunlardan biri. Hem yeni kitap heyecanına ortak olmak için hem de şairin dünyaya bakışını kavramak için kendisiyle röportaj yaptık. Şiirin evreninde yeni bir gün doğması dileğimizle. 

Yeni şiir kitabınız çıktı, hayırlı olsun, “Açık Kaplan Haykırışı” bize ne vaat ediyor?

Söylenecek son söze kadar konuşabilir susulacak sessizlik kalmayıncaya kadar susabiliriz. İnsana ilişkin tarafsız ve sonlu insanlık için tarafgir ve sonsuz bir dünya oluşturabiliriz. Ben denedim bir vaadim yok. Yoksuzluk kötüdür. 

Türk şiiri deyince ne anlıyorsunuz? Yunus Emre’den gelen bir ırmağın içinde miyiz? Kimleri buraya dahil bulursunuz?

İsteyen herkes dahildir. İstemeyenler bile hariç değildir. Ancak her yerli milli olmayabilir. Yunus Emre ve Karacaoğlan’dan bugüne ahlak ve aşka dair söylenen sözlere yeni söyleyiş biçimleri eklendi. Ekleniyor. Derinlik genişlik yükseklik ve hacim kadar zemin de önemli ve değerlidir. “İsimleri Yoksullar Gitti” kitabımda andım.

Güncel şiiri okuyor musunuz? Nasıl buluyorsunuz, eksiği ya da fazlası neler?

 Nasıl bulduğumu merak edip soran şairlere söylüyorum.

Sizce şiirin imkanları nelerdir? Şair şiirin imkanlarıyla neyi başarabilir? 

Kendi kendiyle konuşmayı – tabii bu bir başarı değildir ya da başarı düzleminde değerlendirilmemelidir- ki kendilik en güzel spekülasyonumuzdur. Ortamı bilmiyorum. Oldum olası tenha biriyim.

Birini şair kabul etmenin sizce yasaları var mı? Kime şair diyoruz ya da demiyoruz?

Elimizde cetvel yok. Yasa koymak hiza ile ilgilidir. Benim işim değil herkes kendini ifade edebilir .Kendi narhını koyanlara şair diyebiliriz belki. Yani devletini kuranlara.

Şair dünyayı nasıl kavrar ve o dünyadan yaşama ne kalır? 

Olanı olduğu gibi verip insanı temel alanlar Homeros, Shakespeare, Firdevsi gibi sonlu olanı verirler. Bir Homeros dünyasından bahsedemeyiz dünyanın kendisi vardır orada. Tolstoy da öyledir bizde de Tarık Buğra da. Bir de kendi dünyalarını ya da evrenlerini  oluşturup o seferde eser verenler vardır. Mevlana, Necip Fazıl, Sühreverdi, Baudelaire ve  Paul Celan ise insaniyeti ve sonsuz olanı temel alırlar. “Ne kalır derseniz?” sorusu ya da cevabı bile yeterlidir. 

Dünya şiirini takip ediyor musunuz, sizce dünya şiirin iyileri kim? 

İyiler hep iyidir. Biz iyiyiz. Dünya edebiyatında da vardır sanırım. İsimlerine çok dilim dönmüyor.

Şair olarak güncel meselelere bakışımız nasıl olmalı, mesela Filistin sorunu, şair burada nerede durur? 

Filistin güncel mesele değil ki. Bizim büyük şairlerimiz hep içlerinde taşımışlar. Pastanede oturup kıyameti beklemek yeni değil. Gerçi bir iki zirzop söyleyişli isim var. Onlarda bizim meselemiz değil.

24 Nisan 2024 Çarşamba

şeyhim, no comment dedi /şiir

 Sezai Karakoç üzerine yazdığım şiir online şiir sitesi petroleus'ta yayınlandı 




ZEYNEP KARACA

şeyhim, no comment dedi

Sezai Karakoç dervişti diyor biri
dervişler Google’da adını mı aratır
dervişler selfi ne demek diye sorar mı
bana sormuştu
buyurun bir tane çekinelim diyememiştim
kişinin kendi kendini çekmesiydi demiştim
bu da mesafeydi
kıyafetleri eskiydi diyor biri
gözlüğünü bile tamir etmezdi
çünkü kapitalist değildi
Allah kulunun rızkını tekafül etmiştir diyordu
mezarına gidiyorum bazen
bazen çok gidiyorum mezarına
mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır’ı duymak için
içimizden biriydi, sadece adı Sezai Karakoç’tu
bizden biriydi
taa eski Anadolu’dan
ama konuşurken daha çok Cumhuriyet’e benziyordu
ölünce çok üzüldüm
ağladım da
yalnız kaldık belki kimsesiz gibi
yalnızdı diyordu başka biri
yalnız olan her akşam partiye mi gider
söylediğiniz, dediğiniz, ima ettiğiniz gibi değildi diyorum
biraz çocuk, biraz yaşlı
yüzünde hep bir tebessüm
namazını da uzun kılardı
acaba Allah’tan ne isterdi
her şeyi vardı aslında sona doğru
diriliş partisi bir ülküydü
bayrağı gül ağacı olan
ana ilkemiz hakikattir diyen
susarak girilirdi evrenine
bazen de saatlerce konuşarak
cep telefonu iyi bir icat
arada sesini duymak bir bahardı
söyledi defalarca belki duymadınız
defalarca söyledi, onu duymadınız
çıkarsız bir olursak
dünya İslam yurdu olur diye
çıkarsız bir olursak
şiir bizim ufkumuz olur diye
ne kapitalizm ne sosyalizm
bir metafizik, bir Allah, bir dua
en iyi şiir için bulunmuş ilham
Sezai Karakoç bir ülke; yitik
heyecanlı ve umutlu

Ingeborg Bachmann: Çölün Kalbine Yolculuk

 Ingeborg Bachmann: Çölün Kalbine Yolculuk üzerine edebiyatburda.com'a yazdığım yazı 

https://edebiyatburada.com/zeynep-karaca-yazdi-ingeborg-bachmann-uzerine-dusunus/


Şair olmak, yazar olmak; bizde ne tür bir açılım yapar ya da nasıl bir varoluşun parçası oluruz? Soruyu doğru sormak gerekirse öyle bir varoluşa sahip olduğumuz için mi, şair ya da yazar oluruz? Şiirlerini çok sevdiğim şair ve yazar Ingeborg Bachmann hakkında MUBİ’de yayınlanan biyografik filmi izlerken bunları düşündüm. İkinci Dünya Şavaşı’nı görmüş, bizden yarım yüzyıl fazla yaşayarak, kadın ve erkek olmanın sınırlarının sert örüldüğü dünyaya doğmuş Bachmann. Hatta roman üzerine kendisiyle söyleşi yapılırken, meşhur cümlesini kuruyor: ““Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz. Üzerine her gazetede yazılabilecek terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar. Faşizm, bir erkekle bir kadın arasındaki ilişkide ilk rastlanan şeydir.”

Faşizm bir kadın ile erkek arasında başlıyorsa; baştan sona hayata bakışımızı değiştirmek gerek miyor mu? Erkeğe ve kadına bakışın değişmesi gerek miyor mu? Erkeğin tamamen üstün kabul edildiği çağı, mücadele ile biraz gerilettik ama elimizde yine de çok güçlü bir erkeklik var. Filmde de bunları görüyoruz. Bachmann’ın İsveçli yazar Max Frisch ile yaşadığı ilişkinin detaylarını film boyunca görüyoruz. İki entelektüel arasında geçen ilşkide bile erkeğin daha üzt konumlandığına şahit olabiliyoruz. Filmin bir bölümü Max ile ilişkiye yoğunlaşırken diğer bölümü Bachmann’ın daha sonra ilişki yaşadığı kişiyle Mısır’a yaptıkları yolculuk. Film bu iki ilişki arasında gidip geliyor. Fakat burada belirtmemiz gereken bir diğer husus, yönetmenin Mısır’a bakışı oryantalist. Mısır’ı olduğu gibi göstermeden daha çok, kendi zihnindeki bir Mısır’ı yansıtmış gibi.
Bunun dışında Bachmann’ın arada şiiri bıraktığı zamanlar olmuş, kendine güvenmiyor ve şüpheden söz ediyor. Şiirde zirve sayılacak birinin yaşadığı duygusal durum da görülmeye değer. Gerçekten bitti ve bıraktım demekle edebi hastalıklarımız bizi bırakır mı? Kendi tecrübem de şiir yayınlatmaya başladıktan bir, iki yıl sonra şiiri bırakmıştım. Şu an kitabım var. Yazmak virüsüne bir kere bulaştıktan sonra başka bir seçeneğimiz kalmıyor. Savaşın ve dünyanın insanı getirdiği çıkmaz sokaklar Bachmann’ın şiirlerinde fazlasıyla var. Şiirler bizi teklifsiz yakalıyor bazı noktalarda da nefessiz bırakıyor. Böyle bir şair kendisi. Şiiri ve yazmayı bırakıp yeniden geri dönmesi de ayrı bir duygu durum.
Bir şairin ve yazarın hayatını anlatmasına karşı film çok başarılı diyemeyiz. Filmin başarısı bize Bachmann’a dair birçok şeye ulaştırıyor olsa da; bir şairin dünyasına giremiyor. Zaman zaman bunu hissettirdiği noktalar da oluyor. Bir de bu kişi sadece birkaç ilişki yaşamış ve hayatında bunlar mı olmuş, dünyaya dair başka sorunlarına filmde ulaşamıyoruz. İlişkileri üzerinden tanımaya çalıştığımız yazar hakkında daha fazlasına denk gelmek istiyoruz ama film bize bunu vermiyor.
Yine de, o müthiş şiirlerin yazarı Bachmann’ın dünyasına dair birkaç şey öğrenmek isterseniz, film ipucu sunabilir. Baştaki soruyla birlikte düşünecek olursak; şair olmak yazar olmak sadece depresif ya da melankolik olmayı gerektiren bir gerçek midir, bunun dışına çıkamaz mıyız. Herkes kendi tecrübesinden düşünsün derim. Pekala, dünya bu kadar sorunu varken, biz bu kadar dertliyken ve acı içindeyken, ruhumuzda başka açılımlar yapmak mümkün mü? Neşe de bir diğer seçenek olarak aramızda mı, bunu da düşünelim isterim.

SAYIKLAMALAR İKİ

 SAYIKLAMAR İKİ En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınını...