11 Aralık 2023 Pazartesi

Burası Cennet Olmalı filmi üzerine

 
online ve matbu olarak çıkan Litros Sanat gazetesinde yayınlanan yazım. 



Filistin “cennet”ini ararken
 
Filistin tarih boyunca insanlığı etkilemiş bir bölge. Gidip gördüğünüzde ise, orada dinlerin etkisi hâlâ dipdiridir. Özellikle İslam’la ilgili bir çok yaşam geçmişine tanık olursunuz. İsrail’in 1950’lerdeki işgaliyle Filistin uzun zamandır, savaş içinde. İslam dünyası sorarsanız Filistin’i bir dava olarak görür ama gerçekler sadece inançlı hakların birbirine desteğinden öteye gitmez. Bu açıdan mahsun bir coğrafya Filistin…
7 Ekim Aksa Tufanı’yla Filistin’de yeni bir dönem başladı. İsrail, Gazze’yi işgal etti. Yaklaşık bir yadır devam eden savaşta; 10 binden fazla Gazzeli öldü, bunların büyük çoğunluğu çocuk ve kadın, gözümüzün önünde yaşanan bu soykırım karşısında, nutkumuz tutuldu. Günlük rutinimizi bile artık Gazze’den gelen haberler belirlemeye başladı. Eylem yapıyoruz, sosyal medyayı aktif kullanıyoruz, boykot yapıyoruz fakat İsrail durmuyor. Savaşın daha ne kadar süreceğinden habersiz, acının tarafı olarak yaşamaya devam ediyoruz.
Bununla birlikte, Türkiye’nin de sıcak kalbidir Filistin, üzerine çok söz söylenir. Şiirlere şarkılara konu olur. Ama hiçbir uzak etki Filistin’i bir Filistinlinin gözleriyle görmek gibi değildir. Geçtiğimiz günlerde bir film izledim, Rum Ortodoks asıllı yönetmen Elia Suleiman, Filistin üzerine ironik bir dille düşünüyor. Burası Cennet Olmalı, bir ayinle açılıyor. Ayinde açılmayan kapı sonrası gelişenlere kahkaha atmaktan başka seçeneğiniz kalmıyor.
Filmin başrol oyuncusu da Elia Suleiman’nın kendisi, Suleiman filmde çok az konuşuyor, daha çok gözlemci. Her şey onun gözünün önünde oluyor, o sadece izleyip geçiyor. Filmde tercih edilen bu yöntem Filistin’nin kaderiyle de eşdeğer. Filistin’de yaşanan insani dram dünyanın gözünün önünde oluyor. Ama çoğumuz izleyip geçiyoruz bu gerçeği. Yapılan savaş gerçek değil gibi, atılan kurşunlar, bombalar bir insana isabet etmiyor gibi bakıyoruz Filistin’e… Suleiman’nın bu sessiz duruşu da temelde bir ironiyi barındırsa da dünyanın Filistin karşısında aldığı tutuma uygun. Suleiman’nın başından geçenler dramatik değil, savaş sahnesi kurşun izi görmüyoruz. Hatta çoğu zaman gülümsüyoruz ama farklı bir şekilde de Filistin üzerine düşündürüyor bizi. Kendisinden izin almadan bahçesindeki limonu toplayan komşusu belki İsrail’dir.
Ama hikâye bununla da bitmiyor. Suleiman Filistin dışına çıkıyor, Paris’e, New York’a, Doha’ya gidiyor. Gittiği yerlerde de gördüğü manzara aynı. Paris’te bir kafede oturup, etrafı seyrederken polisler yine orada. Avrupa’nın da güvenlik güçlerinin kıskacında olduğu bilgisi var. Ayrıca, Doğulu bakışı denen biraz da eleştirilecek bir bakış açısı var. Bir Doğulu Batı’ya gittiğinde önce çıplaklıktan etkilenir demek istiyor. Bu bakış açısının ne kadar haklı olduğunu herkes kendi durduğu yerden cevaplayabilir. Çünkü kafede uzun bir zaman geçirmesi ve Batı’ya dair gördüğü tek şeyin; güzel kadın vücudu olduğu gerçeği.
Bu belki de Doğu’yu ve Batı’yı anlayış şeklimize de bir göndermedir. Doğulular, Batı’da kadının görsel bir malzeme olduğuna inanırlar, kendilerine göre kadının değeri bu değildir. Ama Batı’ya gittiklerinde de çıplak kadına bakarlar. New York’ta sokağa çıktığında bir an herkesi üzerinde silah taşırken görüyor. Sanki Filistin bu haldeyse sorumlusu üzerinde taşıdığınız silahlar der gibi. Bindiği taksicinin hangi ülkeden olduğunu sorduğunda Filistin diye cevap vermesi, taksicinin buna çok sevinmesi ardından ondan para almaması ve Yaser Arafat’ı kastederek “yaşasın karafat” demesi, Filistin hakkında dünyanın ne kadar az şey bildiğinin bir göstergesi gibi.
Filmde Amerikalı bir yapımcıyla tanışırken Ortadoğu barışı üzerine ironik bir film çekeceğini söylüyor. Amerikalı da gerçekten komikmiş diyor. Şu an ki mevcut Ortadoğu’yu düşündüğümüzde de bir barıştan söz edilmesi fazlaca hayal ürünü gibi. Çoğu Arap liderlerin Amerika’ya bağlılığını düşünürsek, kardeşlik barış gibi temaları bir avuç halkın kullandığı gerçeği aşikar. Kendinden başlayarak dünyayı gezen adamın “cennet” beklentisi nereye düşüyor? Bunu uzun uzun düşünebiliriz. Doğu’nun yöneticilerinin ve bazı gruplarının cennet diyarı Batı olabilir. Ama Süleyman Batı’da bir cennet bulamamış biri. Belki herkes birbirine benziyor ve bu benzeyişin cennet olacak bir tarafı yok.
Film ayrıca dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yaptı ve Altın Palmiye için yarıştığı yarışmadan Özel Mansiyon Ödülü aldı.
Filmin müzikleri de tanıdık ve hoş. Belki bu yazı Mahmud Derviş’in Filistin üzerine yazdığı bir şiiriyle sona ermeyi hak ediyor.
Gözleriyle Filistin,
kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle Filistin,
adıyla sanıyla Filistin.
Düşlerin Filistin’i ve acıların,
ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin’i,
sözcüklerin ve sessizliğin Filistin’i
ve çığlıkların.
Ölümün ve doğumun Filistin’i,
taşıdım seni eski defterlerimde
şiirlerimin ateşi gibi.
Kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde.
Koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra,
inlettim senin adına koyakları.
Film bağlamında son söz söylemek istersek; acı orada doğal hayatın bir parçası, dünya ise o dünyaya sağır ve kör. Biz sadece görmek istediğimiz kadar Filistin’i gündem yapıyoruz hayatımıza ama yılları bulan İsrail işgali; orada hala diri ve canlı. Belki Elia Suleiman’ın yaptığı gibi bu acı üzerine susulmalı. Bir avuç Filistin her zaman işgal edilirken biz sesimizi yetkililere duyuramıyoruz. Her zaman işgal, kan, gözyaşı. Biz belki de; müslüman halklar olarak, Filistin’in yalnız bırakılması ve kaderine terk edilmesinde üç maymunu oynuyoruz. Yıllarca belirli periyotlarda işgal edilen Filistin hiçbir zaman gerçek gündem maddemiz olmuyor. Fakat son yaşanan Gazze saldırısından sonra ümit dolmak istiyoruz. Nehirden denize özgür Filistin hayal etmek istiyoruz. Ve oranın şanlı direnişçilerin sözcüsü, şiir gibi konuşan Ebu Ubeyde’ye selam göndermek istiyorum. Karadan, denizden ve havadan gelsinler, bir Filistin vardı, bir Filistin var olmaya hep devam edecek.  

İnşallah Erkek Olur filmi üzerine


online edebiyat platformu; edebiyatburada.com'da yayınlanan film incelmesi yazım. 

İnşallah Erkek Olur da, kadın olma
zorluğunu yaşamak zorunda kalmaz
 
Ataerkil toplumlarda kadın olmanın en zor yanlarından biri; haklarınızın erkekler tarafından tayin edilmesi ve yönetilmesi. Bu durum aslında seküler hayat tarzında da çok değişiklik gösteren bir olgu değil. Genel olarak biz kadınlar; erkeklerin koyduğu kanunlar etrafında hayata bakmak ve hayatta rol almak zorunluluğuna talibiz. Bunu aşmaya çalışıyoruz, kadınlar olarak haklarımızın daha bilincinde bir dünyayı inşa etmenin yapı taşlarını döşemeye çalışıyoruz. Fakat mücadelemiz de çok eskiye dayanmıyor.
Kadınlar olarak uğradığımız haksızlık sadece coğrafyadan coğrafyaya fark gösteriyor ama temel duygu değişmiyor; ezilen, ötelenen, hakları gasbedilen hep kadınlar. Bu tabloyu tersine çevirmek elbette mümkün ama daha çok mücadele ve daha çok çaba gerektiriyor.
Kadın olarak var olmak, bu çağda; kimin karısı olduğunuz, hangi erkeğin kardeşi olduğunuz, hangi patronla birlikte çalıştığınıza bağlı olarak, boyut değiştiriyor. Anne olmak, kutsal kadın sayılmak da bazı noktalarda yetmiyor. Eşitsizlik hayatın doğal kanunu gibi kendini ortaya koymaya devam ediyor.
Bütün bu sorunlara yakından bakabileceğimiz, çok da bize uzak olmayan bir coğrafyanın, Ürdün’ün Oscar adayı bir filmden söz etmek istiyorum. İnşallah Erkek Olur filmi. Adıyla müsemma erkek olursa; birçok iş kolaylaşacak ve kadın olmanın engellerine takılmayacak.
30’lu yaşlardaki Nawal bir sabah eşini kaybeder ve hikâye başlar. Kız çocuğuyla eşinin olmadığı bir hayata devam etmek zorunda kalan Nawal önce miras paylaşımıyla ilgili sorunla yüzleşir. Eşinin erkek kardeşi Rıfkı, kardeşinden kalan borcu almak ister ve eve ortak olduğunu, evi de üzerine almak istediğini söyler; yasalar karşında, erkek çocuğu bulunmadığı için Nawal bir adım geride kalır.
Nawal’in mücadelesi hem hukuksal olarak hem de; tek başına bir kadın olarak, o noktada başlar. Yasaların ağırlıklı olarak erkekleri koruması ve erkeğe daha fazla hak düşmesi Nawal’in mücadele edeceği sorunlar arasında yer alır.
Nawal yatalak bir kadına baktığı evde yaşayan kadın Lauren de, görece daha seküler olmasına rağmen, kadın olmanın dezavantajına sahip bir hayat sürer. Eşi tarafından aldatıldığı halde, boşanma isteğini annesine kabul ettiremez. Annesi bu hayatı, bekar ve dul olarak yaşamaktansa; bu sorunlu erkeğe boyun eğerek kaderine razı olmasını ister.
Kadın olmak, sorunlarla boğuşmak, dul olmak, evli kadın olmak ya da anne olmak hepsinin iç içe geçtiği hikâyede; birden kendimizi bulabiliyoruz. Hangimiz, boşanma sürecinde olan insanların zorluklarına şahit değil ki, bir de boşanmanın aşağılanan bir gerçek olduğunu var sayarsak, bu tarz toplumlarda. Yine hangimiz, anne olarak hayatta kalmaya çalışan bir kadının, sürekli ataerkil bir sistemde kendini özgür hissettiğine şahit olabiliyoruz ki. Aynı zamanda hukuk önünde de ne kadar eşitiz. Günümüzde hala kadın cinayetlerinden birinci derecede sorumlu yakınları, iyi hal indirimi alabiliyor.
Filmin genel yapısı; Nawal’in sıkışmışlığını bize duyumsatıyor, nefes almaya duyduğu ihtiyacı biz de film boyunca hissediyoruz. Kadın olarak erkeklerin dünyasında var olma ve hakkını arama yolculuğuna eşlik ettiğimizde, bu kadar haksızlık olmamalı, sahiden oluyor mu, sorularını soruyoruz, izlerken.
Dünyanın daha iyi bir yer olmasının önünde duran engel; saki kadınların haklarına biraz daha özgürce kavuşması noktasından geçiyor. Daha iyi bir dünya hayalimizin içinde; kadınların hak ettiği özgürlük alanları yoksa; sanki daha iyi bir dünyamız da olmayacak gerçeğine ulaşıyoruz.
Gerek yasalar önünde, gerek sosyal hayatta gerekse ikili ilişkilerde; kadın olmanın her haline sahip çıkmak ve kadın olmayı anlamlandıran bir geçeğin parçası olmak istiyoruz. Olay Ürdün’de geçiyor ama bir kadınsanız, bu olay size Türkiye’de de tanıdık gelebilir.
Nazım Hikmet’in Kadınlarımız şiirinde geçen kadın imgesiyle bitirmek istiyorum, yüz yılda ne kadar mesafe aldığımızda bize kalsın.
….
Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.

29 Kasım 2023 Çarşamba

petroleus'ta yayınlanan şiirim


online şiir sitesi petroleus' ta yayınlanan şiirim:



dünyanın bütün localarında bir koltuğun var

bir otel locasında ya da kafesinde
mendil satan bir sokak çocuğu oturamaz
bu yer yüzüne inen ilk insanlık bilgisi
eğer bazı bilginler bunu
yorumlayacak olsa
mutlaka şöyle derdi;
ayrı ve bitişik tüm insanlık
bu eşitliğin tarafında değil
eğer bunu arama motoruna yazsaydık
kafe önlerinde mendil satacak kadar
oraya yaklaşabildiklerine inanırdık
eğer bunu da bir ekonomiste
yorumlatsaydık
şöyle diyecekti;
dünyanın başında ve sonunda
ona layık görülen özgürlük bu kadar
o zaman bütün localarda oturan
benler ve bizler
bazen uykuyla, uyanıklık arasında
bazen burası yanlış diye
öfkeyle doğrulurken
bazen düş gördüm ve tüm dünyaya yetiyor derken
bazen içimde bir evren
ayaklanıyor derken
bazen dünyanın çöp konteyneri etrafındaki
beni boğuyor derken
birden kendime çocuğun ne zaman
bu yer yüzüne ait ve içinizden biri olarak
bu şehre ait ve sahibi olarak
ne zaman onu yüreğindeki
ayaklanmaya denk bir
aşırı yorumuna denk geleceğin
ya da bir tür kendi yorumu olarak
dünyanın başında ve sonunda
bir gün mutlaka
kendine aşırı inanmanın
bir kalp çarpıntısı sonrası gerçekliğiyle
haykırıyorum
haykıralım
herkes haykırsın
ve cevap için üç kere daha tekrarlayalım
senin dünyanın bütün localarında
ayrılacak bir koltuğun var

20 Kasım 2023 Pazartesi

Sahi "anne" olmak zorunda mıyız?

 

Sahi “anne” olmak

zorunda mıyız?


Agnes Varda, kadın olmayı en temel anlamda; kadın cinsel organıyla doğmuş olmak diye tanımlıyordu bir filminde. Türkiye’de kadın olmanın başka zorlukları var. Muhafazakar ya da seküler bir kadınsanız, aslında birbirinden uzakmış gibi görünen bu tanım da kadın olduğunuzda ortak bir noktada buluşuyor; yani erkekler size, kim olmanız gerektiğini sürekli, söylüyor, dayatıyor ve gerekirse zor kullanıyor.

Türkiye kadın olmak son yılları saymazsak; her anlamda edilgen olmayı da kapsayan bir gerçek. Akşam eve geç gelme, geç saatte taksiye binme, evinde otur, yemeği, temizliği yap, çocuğunun bakımını üstlen. Abinin, babanın sözünü dinle, çok erkek arkadaş edinme, seni bir erkekle görmüşler o kim. İş yerindeki erkelerle gülerek konuşma. Ailene bağlı ol, evlenen kadar sevgilin olmasın. Bu liste uzayıp gider fakat bu tanımlamalara denk gelmeyen kaç kadın bulabiliriz bu toplumda tam bilmiyorum.

Geçtiğimiz günlerde; +90 YouTube kanalında bir konu gündeme getirildi, benim de zaman zaman üzerine düşündüğüm bir konu. Anne olmak zorunda mıyız? Eğer anne olmazsak ne olur.

Açıkçası en genel anlamda; toplumda karşılaştığım örneklere bakarak söyleyebilirim ki, erkek baba olmadığında bu aşağılanmaz ya da onun bir eksiği gibi görülmezken, kadın anne olmadığında bu sanki onun bir özrü varmış gibi anlaşılıyor.

Eğer kadın anne değilse, tam kadın olmayacağını savunan milyonlarca insan bulabiliriz ama bir erkek baba olmadığında onun erkekliğinde bir kusur sayılmıyor bu.

Sahi, dünyanın hızla iklimi değişirken; yani, doğal afetler, savaşlar, ayyuka çıkan eşitsizlikler kol gezerken böyle bir evrende kadın çocuk yapmak zorunda mı?
Dünyayı geçelim, kendine daha fazla zaman ayırmak, kariyerine odaklanmak ve gelecek hayallerini gerçekleştirmek için bir kadın, çocuk yapmaktan vaz geçerse ne olur?

Mesela evlenen çiftlere en sık sorulan sorulardan biri, ne zaman çocuk yapacaklarıdır. Eğer çocuk yapmıyorlarsa; bu ancak kısırlık gibi bir hastalık bahane edilerek mümkün olabilir.

Bu temel ayrım erkekler istediği kadar bekar yaşayabiliyorken; bir kadın ilerleyen yaşlara kadar bekar yaşadığında da ortaya çıkıyor, sanki kadının uzun yıllar bekar yaşaması suç ve kabul edilemez bir şey ama erkek için yaratılmış böyle bir suç yok.

Kadın kendini; işine, hobilerine, akademiye, sosyal hayata verebilir ve daha fazla zaman kazanmak için çocuk yapmayı düşünmeyebilir, bunu ne zaman normal karşılarız tam bilmiyorum. Ama şu an bütün algılar, kadını çocukla özdeşleştiriyor. Nasıl yani çocuksuz hayat. Bazen geç evlenirsem çocuk yapmayacağımı konuştuğumda, mutlaka yap ya da evlatlık al yorumlarına muhatap oluyorum. Benim çocuksuz bir hayatı seçme özgürlüğüm var mı yok mu muğlak bir durum. Varsa bile bu bir özrün sonucu olabilir ya da ben yarım insan sayılabilirim.

Kadınların çocuksuz bir hayatı savunması da abes kaçan konulardan biri; nasıl savunabilir, ne kadar vicdansız.

Vicdanla ilgili mi bilmiyorum ama kadınların, evlenmek gibi bir zorunluluğunun olmamasının yanında, çocuk yapmak gibi de bir zorunluluklarının olmadığını savunuyorum.

Bir de bu toplumsal baskı; belki anne baba olma konusunda kendini yetersiz gören insanlara da ebeveynlik sorumluluğu yüklüyor ve mutsuz aile tablosunun bütün sorumluluğunu çocuklar üstlenmek zorunda kalıyor.

Hatta evlenmeden önce ya da sonra insanların ebeveyn olabilirler ya da olamazlar diye bir teste tabi tutulmalarını savunuyorum. Herkesin ebeveyn olmasını da sağlıklı bulmuyorum.

Ben kadın olmanın; istediğin hayatı seçme özgürlüğüne sahip olduğumuz bir düzleme ulaşma noktasını savunuyorum, Türkiye gibi muhafazakar bir toplumda bu ne kadar mümkün pek bilmemekle birlikte bunu savunuyorum.

Ayrıca devlet büyükleri de ülke nüfusunun ilerleyen yıllarda yaşlanacağını göz önünde tutarak insanlara üç çocuk yapın tavsiyesinde bulunuyorlar; peki bu üç çocuğu geçindirecek imkan bu halkta var mı, burası da muğlak bir soru.

Toplum olarak hazır olmadığımız “kadınlık” algısını değiştirmek belki de güç olacak fakat kadının özgür olduğu bir dünyayı hayal etme isteği de hep var olacak diye düşünüyorum.

Anne olma zorunluluğumuz olmadığı gibi; erkelerin bize kim olduğunu gösterme, öğretme ve dayatma hastalığından da vaz geçmelerini arzuluyoruz.

17 Kasım 2023 Cuma

Sezai Karakoç üzerine podcast yayını


Sezai Karakoç'un vefatının ikinci yıldönümü dolayısıyla Anadolu Ajansı podcast yayınında yaptığım konuşma. 



Anadolu Ajansı linki:
https://www.aa.com.tr/tr/podcast/sezai-karakoc-u-manevi-kizi-genc-sair-zeynep-karaca-anlatti/3055187 

Elmalar filmi üzerine inceleme

 
Elmalar filmi üzerine online kültür sanat platformu edebiyatburada.com'da yayınlanan yazım. 

Biodaki Linki Tıklayın/şiir/ orlando


Orlando Şiir'in kasım sayısında yer alan şiirim. 


BİODAKİ LİNKİ TIKLAYIN 

yazının tamamı biodaki linkte 
okuyun hep birlikte okuyalım 
emeğimizi eşit olmayan şeyler üzerine 
harcıyoruz 
alın terimiz fazla değersiz 
aşk gibi muhteşem bir hikayemiz var 
göz göze gelmekten 
içimizde kalan infilak 
elini tutmamışız bir aşkın 
uzanmamışız bulutlara 
yeryüzüne göz ucuyla bakmamışız 
sömürgeciler 
kaldıkları ülkenin henüz en değerli 
madenini, altınını ve benzinini 
yeteri kadar kullanmamış 
savaşlar henüz 
bir kalbi paramparça etmemiş 
henüz savaşlardan yana 
oy kullanmamışız 
dünya henüz aşırı iyi şeylere 
sevinçlere 
ve ait olmaya hazır değil 
maden işçileri ve inşaat işçileri 
ölmek için çok şeye ihtiyaç duymuyorlar 
bir hata bir ayak kayması bir patlama 
henüz yeterli ölüm için 
iklimler de iyice değişiyor 
yazlar artık cehennem artığı 
kışlar fazla soğuk, buzul esintisi 
yazının tamamı biodaki linkte 
bütün sömürüleri buradan okuyabilirsiniz
bütün güçsüzlerin gücünün 
yeterli bir ah olmadığını 
dünyayı ters döndermediğini
aşırı başımız ağrıyor 
bazen yalnızlıktan 
bazen sinirden 
bazen hırsımızdan 
her şey çok aşırı bu dünyada 
eşit ve özgür değil ne dil ne kalp ne yaşam 
siz yine de yazının tamamını 
biodaki linkten okuyabilirsiniz 

SAYIKLAMALAR İKİ

 SAYIKLAMAR İKİ En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınını...