29 Ekim 2023 Pazar

Bu Cumhuriyet Ne Kadar Benim?

 

Bu Cumhuriyet

ne kadar benim?

Türkiye Cumhuriyeti bugün 100. yaşına girdi. Bununla gurur duyuyoruz. Herkesin ortak duygusu olmalı bu, fakat Cumhuriyet 100 yıl boyunca herkese iyi davrandı mı? İmparatorluktan kalan bakiyesi olan farklı din ve mezheplerden insanlara iyi davrandı mı? Bu ülkede Gayrimüslimler, Kürtler, Aleviler Cumhuriyet’e ait olmaktan mutluluk duydular mı? Hatta 20 yıllık iktidarına rağmen başörtüsü ve imam hatipler üstünden Sünni dindar kesimi de, 28 Şubat’ta mağdur etmedi mi? Her yönetimin günahları vardır. Cumhuriyet bunlardan uzak değil elbette. Peki bu Cumhuriyet gerçekten halkın dostu, köylünün dostu, seyyar satıcının, işçinin dostu oldu mu? Yani bu Cumhuriyet hiç sosyalist olmayı düşündü mü? Bunlar Cumhuriyetimizin bariz günahları ya da hataları desek ve hatasıyla günahıyla Cumhuriyete sahip çıkmaya çalışsak nasıl olur sorusunu sormak istiyorum bugün.

Özellikle kadınlar ve onlara vaatleri bağlamında konuya yaklaşmak istiyorum. Cumhuriyet ile kadınların kazandığı haklar neler diye şöyle bir Google taraması yaptığımızda karşımıza şunlar çıkıyor. “1930: Kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı. 1930: Doğum izni düzenlendi. 1933: Kız çocuklarına mesleki eğitim vermek amacıyla Kız Teknik Öğretim Müdürlüğü kuruldu. 1933: Köy Kanunu'nda değişiklik yapılarak kadınlara köylerde muhtar olma ve ihtiyar meclisine seçilme hakları verildi.”

Kadınların haklarındaki bu değişikliği; Osmanlı’nın son döneminde tartışmışlar elbette. Cumhuriyet’in Meşrutiyet ve Tanzimat’ın devamı olduğunu var sayarsak, o dönemde kadının eğitimden sosyal hayata katılmasının yolları biraz açılmıştı, Cumhuriyet ile tam açılmış oldu. Bana seçme seçilme hakkı vermesi, beni bir erkekle eşitlemesi bugün için çok da bir anlam ifade etmese de; o dönemim şartlarında büyük bir gelişme.

Yeri evi, kocasının yanı ve çocuklarının korumasına ayrılan kadın birden seçme ve seçilme hakkına kavuşuyor. Bu kazanımı küçümsemek elde değil. Kız okullarının kurulma tarihi de Abdülhamit dönemine kadar gidiyor. Cumhuriyet’le yaygınlık kazanıyor. Cumhuriyet’in bir ferdi olarak okumuş olmak ve bu güne gelmek mutluluk sebebi.

Ama bir yandan da bir İmam Hatipli olarak; 28 Şubat’ın mağdurluğunu yaşadım. Bana okuma hakkı veren Cumhuriyet ile beni başörtülü olduğum için okula almayan Cumhuriyet aynı Cumhuriyet miydi? Bunu düşünüyorum. Düz bir mantıkla Kemalizmin mağduru oldunuz demek doğru olabilir belki. Ama Cumhuriyet’in bir bireyi olarak okuma hakkı tanınan bir insana; kılık kıyafetinden dolayı eğitimin dışında bırakmak, nasıl bir anlayış olabilir diye düşünmek de şart. Kimseye kin tutmuyorum, kimseye intikam duygusuyla bakmıyorum. Başkaları da mağdur olmasın diye kendi haklarıyla ilgili verdikleri mücadelede destek olmak istiyorum. Ama bu benim geçmişte hakkım yenilmediği anlamına gelmiyor. Ve demek ki; büyük ve kutlu Cumhuriyet herkes için eşit ve özgürlükçü değildi diye düşünüyorum. Bu günün mağdurları da başkaları. Buralara bakınca Türkiye’de iktidarların yarattığı ve kafasına göre kullandığı bir Cumhuriyet olduğuna inanıyorum.

Bu tatsız günahı geçersek; bir kadın olarak ve emeğiyle bir noktaya kadar ulaşmış biri olarak, Cumhuriyet’in sunduğu haklarla bu güne kavuşmuş olmayı, önemli ve anlamlı buluyorum. Cumhuriyet kadına erkek kadar eşit olma hakkını tanımasaydı, ben bugün belki köyünden hiç çıkmamış, köyünde evlenmiş ve çocuklarının annesi olan bir kadın olacaktım. Fakat bu hayatı babaannem yaşadı, annem yaşadı ancak bana gelince; daha eşit bir yurttaşlığa kavuştum. Cumhuriyet’in temelinde yer alan eşit yurttaşlığa kavuşmak da bir hayli zaman aldı yani.

Bugün gelinen noktada; eksisiyle artısıyla, bir Cumhuriyet’le yönetiliyor olmanın avantajlarını yaşıyoruz. Yönetim şeklimiz Cumhuriyet olmasaydı belki bu daha büyük kitlesel mağduruyetlerin önünü açacaktı; bunun için bize bu vatanı yurt edip Cumhuriyet’i bahşeden başta Mustafa Kemal ve silah arkadaşları olmak üzere belki bir vefa sunmamız gerekiyor.

Fakat söylemeye çalıştığım; Cumhuriyet’le yönetilsek de her dönem mağdurunu yaratıyor Türkiye. Kadına seçme seçilme hakkı verilmesi, kadının cemiyet yaşamında erkekle eşit noktaya gelmesi, kadının özgürce seçim yapıyor olması elbette minnet duyacağımız şeyler. Ama eşitlik, adalet, demokrasi noktasında geldiğimiz yerde artık; mızrak çuvala sığmıyor. Cumhuriyet’e belki kendini yenilemeye; eşit yurttaşlık hakkında kendini güçlendirmeye ihtiyaç duyuyor. Yasalarını beyaz Türklerden alıp gerçek sahibi olan vatandaşa vermeli.

17 Ekim 2023 Salı

Kadınsın, şairsin, kamusalsın, peki buna erkekler inanıyor mu?

 

Kadınsın, şairsin, kamusalsın,

peki buna erkekler inanıyor mu?


Şiir ve kadın. Bu iki kelime en çok hakkında şiir yazılan kadınlar üzerinden bir araya geliyor. Kadının şair olduğu ve şiir yazdığı gerçeğini tam olarak yeni kabulleniyoruz. Nazım Hikmet’in büyük aşkı, Sezai Karakoç’un unutulmaz Mona Roza’sı, bize hep kadının yerinin ancak bir erkeğin gözünden şiir yazılan yani edilgen bir noktaya götürüyor. Şairler ve büyük aşklarında özne kadının sadece aşka değer görülen aşkı yüceltilen olması. Tomris Uyar’ın çok iyi bir hikayeci olmasıyla ilgilenmiyoruz da; Ülkü Tamer, Turgut Uyar, Cemal Süreya ve Edip Cansever ile yaşadığı evlilik ve aşkını konuşuyoruz. İyi bir hikayeci olarak yer edinmiş olsa bile; o birinin sevgilisi, birinin karısı ve birinin aşık olduğu kadın.

Kadının özne olduğu, kadının etken olduğu ve kadının şair olduğu gerçeğinden uzaktayız. Ya da bu gerçeği yeni yeni kabul etme denemelerine giriş yapıyoruz.

Bir de kadın narin, kadın hassas, kadının yazdığı şiirde böyle olmalı gerçeği var zihinlerde; kadının yaşamın eşitsiz doğasına dair söyleyeceği sözler gündemde değil, kadının politik bir duruş olarak elini bir erkek gibi masaya vurabilme becerisi görünür değil. Kadına mutfakta yarılan yer şair olduğunda da ayrılmak isteniyor. Kadın kavganın göbeğinde olamaz. Kadın ancak başka bir şair erkek ya da yazarın bir parçasıyla değerli ve anlamalı. Kadın şair tek başına var olamaz.

Kadını tanımlayan şeyler; anne olması, ikincil bir hayata ait olması, bir erkeğin yakını olarak varlık göstermesi. Bunun yansıması, kadın kamusal olduğunda da ortaya çıkıyor. Eğer kadın kamusal olarak güçlü bir sesse kadın olduğu mutlaka hatırlatılıyor. Erkek için bu aşama zaten doğal kabul edilmiş bir nokta.

Kadın ve şair olarak ben yerimi doğuştan gelen bir yetenekle bulma noktasında varlık gösterdim. Bir erkeğin bana öğretici olması gibi noktaları hiçbir zaman kabul etmedim. Uzun yıllar Sezai Karakoç’un yanında bulunmam da bu gerçeği değiştirmedi. Bülent Parlak ile gelişen dostluk da bunu değiştirmedi. Hiçbir zaman ait olduğum mevziyi bir erkeğin egemenliğine emanet etmek istemedim. Her zaman için kendi sesim ve çığlığımın peşinde oldum. Ama size kamusal alana geçmeye başladığınızda; kim olduğunuzu belirleyen şeylerden biri de hangi erkek otoritesinin bir parçası olduğunuz merakıyla bakılıyor. Eğer bu merakı aşmayı başardıysanız; tek başınıza gücü nereden aldığınız sorgulanıyor. Bunu da aştığınızda, kendi yeriniz hakkında söz söylemeye başladığınızda bu sefer kadın olmaya has özellikleriniz üzerinden size bir yer tayin edilmek isteniyor. Ve size ayırmak istedikleri yerde; mutlaka bir erkeğin olmuş olması gerektiği konusunda da fazla ısrarcılar.

Tek başınıza kadınsınız, şairsiniz, iyi şiir yazıyorsunuz ve bir erkeğe ait bir alanınız yok. O zamanda çeşitli dedikoduların merkezinde yer ediniyorsunuz. Mutlaka bir tahakküm altın alama çabası var. Kadın ve tek başına sesini kamulaştırmış olması imkansız ya da burun kıvırarak bakıyor alanınıza.

Sahi biz kadın ve tek başına bir şair olarak erkeklerden bir şey istiyor muyuz? Açıkçası ben bir erkeğin şiirimin ana konusu olmasını istiyorum ve yapıyorum. Açıkçası; kadın ve hassas canlı, buna göre şiiri de kadın gibi narin olmalı bakışını yıkıyorum. Ve yine açıkçası; bulunduğum noktayı bir erkeğin egemenliğine teslim etmek istemiyorum. Kadın olarak tek başına ve iyi şair olarak o yere sahip ve ait olmak istiyorum.

Siz kadın olarak kamusallaştığınızda ise; etkinizin ve gücünüzün altında her zaman için bir bit yeniği aranacaktır. Bir erkek şair için asla geçerli olmayan ve yazılı olmayan bu sosyal kural kadın için her zaman geçerli. Kamusal bir özne olduğunuzda; sizin başarınız her zaman ikincil bir etkinin alanına tabi tutulacak. Siz kadın olarak bunu başarmış olmayı her seferinde anlatmak zorunda kalacaksınız. Kadın olarak güçlü şiirler yazdığınızda; özneniz olan erkek, değer kaybetmeyecek ve yücelecek.

Açıkçası; kadın olarak ortaya koyduğunuz değer, erkekte doğal süreçken sizde her zaman sorgulanacak. Gücünüzü nereden aldığınıza dair erkekte sorun yaşanmazken kadın olarak sürekli töhmet altında kalmaya açık olacaksınız. Kadın olarak; yazıyorum, yaşıyorum varım dediğinizde, yine erkekte doğal kabul edilen her süreç sizde önce bıyık altından gülümseme ile karşılanacak. Kadın olarak gösterdiğiniz varlık her zaman için, erkek bakışından geçtikten sonra değer görecek. Siz önce bir erkeğin bakışından onay almaya hazır olup olmadığınıza emin olmanız lazım. O onay ki; size bütün kapıları hem açabilir hem kapatabilir.

Sonuç olarak; kadın ve güçlü bir şiir sesi olarak varlık göstermek istediğiniz ve bunu başardığınız her zaman için; bir bedel ödemekle de baş başa kalacaksınız. Kadınsın sen evinde oturdan, kadınsın sen kamusal olma ya da olduysan mutlaka bir bit yeniği var bakışından kurtulmamız herhalde yılları alacak. Bu bakış beni ancak güçlendiriyor. Kadın olarak üreten, varlık gösteren ve kamusal olmayı başarmış, tüm kadınlar adına; gururla ve neşeyle, daha güzel günlere arzusuyla.

3 Ekim 2023 Salı

Kuru Otlar Üstüne yazdığım inceleme

bu yazı; online edebiyat platformu edebiyatburada sitesinde yayınlandı

 

https://edebiyatburada.com/zeynep-karaca-yazdi-kuru-otlar-ustune-birkac-dusunus/


Kuru Otlar Üstüne; birkaç düşünüş


Türkiye’de yaşamanın zorluğu; haksızlığa uğramak, yok sayılmak, mahalleden devlete kadar uzayan süreçte, kendimizi gerçekleştirmenin zorluğu. Öyle bir hayatın içinde yaşıyoruz ki; kim olduğumuz, ne yapmak istediğimiz, geleceğimiz bir tür flu. Biz bu hayatı yaşamaya çalışırken zaman zaman kendimizden kahkahar üretmek zorunda kalıyoruz. Kimimiz ağır yoksullukla boğuşuyor, kimimiz gelecek hayali kurarken önüne koyulan taşlarla. Bazılarımız şanslı, yolunu bulmuş, onlara da bir şekilde yolunu bulmanın kaderi armağan edilmiş. Toplumun yarıya yakını asgari ücretle geçinmeye çalışıyor, bir grup azınlıkta; kaymak tabaka olarak yaşıyor. Kapitalizmin liberal ekonomi şartlarında Türkiye’ye ayırdığı pay da gelir adaletsizliği. En büyük sorunlardan biri bu olsa da; politik olarak da, iktidar ve karşı kutup olarak yaşıyoruz. Hükümetin alanı içinde değilsek; bir sabah yatağımızdan terörist olarak uyanabiliriz. Ya da o alanda bulunmayan biri olarak, otomatikman diğeri olmaya kapı bize açıktır. Kimimiz, savruk, kimimiz mücadele peşinde, kimimiz yorgun. Yaşadığımız hayatın ağırlığından; edebiyata sanata vakit bulmak da güç. Ya da sanatta bu alanın içinde kendine mevzi arıyor. Sesimiz duyulsun diye uğraşmak; bize bir hayli pahallıya mal oluyor. Herkesin Türkiye için çizdiği resim farklı; kimin tuvalinde gözyaşı keder var, kiminin tuvalinde devletin gölgesinde hayatın tıkırında gitmesi.

Sözü Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Kuru Otlar Üstüne’ye getirmeye çalışıyorum. Yönetmenin en iyi filmimi bilmiyorum ama en politik ve iyi filmlerinden biri diye düşünüyorum. Anadolu’da Allah’ın selamını unuttuğu bir coğrafyada öğretmenlerin kendileriyle ve yaşamla verdikleri mücadele yer alıyor, ağırlıklı olarak. Kıyıda yaşayan ve kendine dair kesin hükümleri bulunmayan Samet öğretmen, öğrencisi Sevim ve Nuray etrafında geçen bir hikaye. Filmden ilhamla çok konuştuğumuz konulardan biri olan kadın tacizi; filmin omurgalarından biri. Ülkede milyonlarca kadın; sözlü ve fiziksel tacize maruz kalıyor. Bunların büyük çoğunlukta erkek hegemonyası işlerken bazıların da erkeklerin suçsuz olduğu durumlar söz konusu oluyor. Bu durumlarda; kınamaktan başka çarelerimiz var mı; düşünelim. Belki şahısları toplumdan dışlamak ya da yasal olarak hapis cezaları. Sonunda kadın cinayetlerine kadar giden olayların sadece ilk başlangıç noktası taciz. Filmin burası biraz Onur Savaşı (Jagten) filmini çağrıştırıyor.

Buradan çıktığımızda; bizi karşılayan ikinci soru, hayatı yaşarken örgütlü ve bir arada olma mücadelesinden taraf mı olmalıyız, yoksa kendi savruk halimizle yaşamaya devam mı etmeliyiz. Nuray ve Samet arasında yemek masasında geçen konuşma, hayata karşı tavrımız, bakış açımız, dilimiz ve bizden yansıyan ne olmalı üzerine kurgulanmış iyi bir diyalogla dolu. Bir arada olduğumuzda; daha mı güçlüyüz, yanlışın ve kötülüğün karşında birlikte mücadele etmek bizi özlemini kurduğumuz hayata ulaştıracak mı yoksa apolitik zeminde vakit geçirmek hayatımız için daha mı gerçek bir alan. Burayı izlerken Nuri Bilge Ceylan bir film daha çektiğinde sadece bu konuya odaklansa diye düşündüm. Kış Uykusu’nda aydın sorununa yoğunlaşmış, iyi bir iş çıkarmıştı. Bir sonraki filmde; bu minvalde olsa fena olmaz diye düşünüyorum. Nuray’ın 10 Ekim patlaması mağduru olması, örgütlü mücadeleyi savunması ve Alevi olması; aslında Türkiye’de içinde bulunduğumuz sorunların bir prototipi gibi gerçek.

Filmin taşrada geçmesi, mevsimin kış olması ve karakterlerin sorunlarla boğuşması; bizi karanlık atmosferin hiç bitmeyeceğine, o karanlıkta boğulabileceğimize dair bir hapsolunmuşluk sunuyor. Kısa süre önce; Altın Koza Film Festivali’nde Nuri Bilge’ye taşra hakkında sorulduğunda; insanın her yerde aynı insan olduğunu, bunun taşra ya da şehir fark etmeyeceğini söyledi. Hatta bir eleştiri olarak da; yazacak konu bulamayan eleştirmenler bunu abartıyor anlamında bir cümle kurdu. Ben de insanın, şehirde ya da taşrada aynı insan olduğunu düşünüyorum fakat; şehirdeki insanın zaman, mekan kullanımıyla, taşradaki insanın zaman mekan kullanımı birbirine eşit değil, bu da dolaylı yoldan, taşralı ve şehirli insan tipine etki ediyor.

Arada Samet’in fotoğrafları olarak paylaşılan anlarda; bu bir film olmasa ben bu hikayeyi bu fotoğraflarla anlatırdım noktasına götürüyor bizi. Hem bir nefes alma anları oluyor hem de şiirsel bir etki bırakıyor insanın üzerinde. Bu etkiyi sinematografik açıdan birçok noktada bulmak mümkün.

Ayrıca bu film, Nuri Bilge Ceylan’ın içinde en çok diyalog barındıran filmi denebilir. Üç saat gibi iddialı bir zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor insan. Fakat diyaloglar özenle seçilmiş, sırıtan ya da boş denebilecek anlar bırakmıyor bize. Bir de; film bizi evrenine almıyor, bizim sadece izleyici olarak kalmamızı istiyor. Bu haliyle filmin içinde değiliz de dışarıdan bir gözlemciyiz tadı var. Politik ve insana dair düşündüren birçok anın yer aldığı filmi; çok kişinin görmesini isterim.

Ülkece yaşadığımız sorunlara, başımızdan geçen ya da bir şekilde ülke gündeminde dahil olduğumuz mevzular üzerine düşünmeye davet eden bir havası var. Ayrıca, karakterler bulundukları ortamın yabancısıymış gibi bir ruh halinde dolanıyorlar. Nuri Bilge’nin filmin ardından yaptığı bir basın toplantısında söylediği gibi; her nerede değilsek orada olduğumuzda mutlu olacağımızı sanırız. Karakterlerin ruh hali buna yakın. Derinleşen, başkalaşan tek kişi Samet, diğerlerinin dönüşümü bu kadar bariz değil. Bunu önemsiyorum çünkü yaşamla temas ettiğimizde, olaylar bizi dönüştürür. Başladığımız noktada olmamız güçleşir. Turgut Uyar’ın Türkiye’si, Dünyanın En güzel Arabistanı’ydı, Nuri Bilge’nin ülkesi de Kuru Otlar Üstüne olabilir.

beden ve ruh filmi üzerine inceleme

bu yazı: matbu olarak çıkan Nihayet Dergi'nin eylül sayısında yer aldı 



İki geyik, bir rüya

Beden ve Ruh



Yeryüzünde bizi mutlu ve coşkulu kılan duygulardan biri aşk şüphesiz. Aşk uğruna insanlık tarihi boyunca yazılmış, roman, hikaye ve şiir bulmak fazlasıyla mümkün. Destanların, masalların konularına kadar sızmış, krallardan sultanlara anlatılar yıllar boyunca sürmüş gitmiş. Ben de burada ana teması aşk olan bir filmden bahsetmek istiyorum. Ildiko Enyedi’nin Beden ve Ruh filmi. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı alan film, konusu ve içeriğiyle farklı bir aşk anlatısına bizi sürüklüyor. İki geyiğin görüntüsü ile açılan giriş sahnesinden itibaren geyikleri çok defa görüyoruz, bunlar film boyunca karşımıza çıkan karakterlerin arasındaki aşkı ifade eden rüya temalarından biri. Filmin mekanı bizi biraz düşündürse de, konunun cazibesine kapılıyoruz. Filmde mekan olarak bir mezbahane seçilmiş durumda. Yaşadığımız çağa bakınca seçilen mekan hakkında düşüncemiz pekişebilir. Birçok olumsuz sorunlar etrafında varlık gösteriyoruz. 

İklim krizi, göçmen sorunu, yoksulluk, kadın ve çocuklara karşı şiddet gibi yeryüzünü esir almaya doğru giden durumlar düşünüldüğünde her şeyin güllük güristanlık olduğu bir atmosfer seçilmemesi belki bizi bunları düşünmeye de iter. Mezbahada finans direktörü olarak çalışan Endre ve şirkete yeni gelen kalite kontrol uzmanı Maria arasında geçen zaman zaman dokunaklı zaman zaman da aşkın doğasına dair bizi düşünmeye iten hikaye, burada gelişiyor. Endre kolundan özürlü, Maria ise otistik belirtileri olan bir karakter. Bu bağlamda iki engelli diyebileceğimiz insanın ruh dünyasındaki yakınlaşma bize aşkın başka boyutlarına dair mümkün olacak hikaye sunuyor. Zihinsel engelli Maria’nın aşık olduktan sonraki halleri de görülmeye değer. Endre’ye aşık oluncaya dek kendi vücuduna dokunmamış olması, parkta sevişen sevgilileri gizlenmeden ve hiç çekinmeden izleyerek tensel teması öğrenmeye çalışması aşka hazırlanışın çabaları olarak görülebilir. Maria, Endre’ye aşık oluncaya dek müzik dahi dinlememiştir, müzik yoluyla duyularını canlandıracağını düşünür, sevebileceği bir aşk şarkısı bulabilmek için neredeyse bir gününü CD/DVD satan bir dükkanda geçirir, ve sonunda filmin muhteşem tema müziğini bulur. 

Bunların yanında Maria’nın biraz çocuk gibi davranışlarını da gözlemleyebiliyoruz. Rüya temasına fazlaca yer vermesi de filmin ayrıca hoş bulunan yerlerinden biri. Endre ve Maria aynı geyikli rüyayı görüyorlar ve bunu daha sonra fark ediyorlar. Burada Lale Müldür’ün Saatler ve Geyikler kitabından, konuyla bizi bütünleştirecek dizlerini paylaşmak isterim. “gizem bir geyik başı gibi, uzanıyor aramızda, boynuzlarında, senin karmaşan ve sana ait, bilmediğim ve bilmek istemediğim, onca şey, buna benzer çözemediğim, birçok şey ormanda sarı yapraklar, birer ikişer düşmeye başladığı, zaman saçlarının arasından, sarı bir yaprak fosili boynunun, tam kenarında”Aşkı rüyadan ayrı tutamayacağımız ve filme ruh katan boyut burada ortaya çıkıyor.

 İki geyiğin rüyadaki yakınlaşması bize film boyunca kişiler arası yakınlaşmayı da beraberinde getiriyor. Bir mezbahada iki engelli diyebileceğimiz kişinin aşk üzerine yeni şeyler söylemeye çalıştığı Ruh ve Beden kesinlikle görülmeye değer. Ruh ve Beden’in kendine has ritmi filmi sakinliğinin yanında devamını görmeye bizi merak salan bir noktaya taşıyor. Film bittiğinde, kanın ve hayvan katliamının ortasında bir çiçek gibi kalan duygular üzerine düşünmek kalıyor payımıza. Ruh Maria’da vücut bulurken, Endre de beden olarak kalıyor.

SAYIKLAMALAR İKİ

 SAYIKLAMAR İKİ En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınını...