12 Mayıs 2024 Pazar

Hüseyin Atlansoy röportajı

 

online ve matbu gazete Litros Sanat için şair Hüseyin Atlansoy ile yaptığım röportaj.


https://www.litrossanat.com/siirlerimde-bir-vaadim-yok/


Şiirlerimde bir vaadim yok

9 DAKİKADA OKUNUR

Şair Hüseyin Atlansoy’un “Açık Kaplan Haykırışı” isimli şiir kitabı çıktı. Yeni kitabın bize neler vaat ettiğini sorduğumuzda Atlansoy, “Ben denedim bir vaadim yok. Yoksuzluk kötüdür.” diyor. 

1980 şiirinin önemli isimlerinden biri olan Hüseyin Atlansoy’un son şiir kitabı “Açık Kaplan Haykırışı” çıktı. Şiirin imkanlarıyla bize her zaman yeni olan nefesi sunan şairin bu kitabı da gayet iddialı. Bazı şairleri okumaktan sıkılmaz, tekrar tekrar bakarız, Hüseyin Atlansoy da bunlardan biri. Hem yeni kitap heyecanına ortak olmak için hem de şairin dünyaya bakışını kavramak için kendisiyle röportaj yaptık. Şiirin evreninde yeni bir gün doğması dileğimizle. 

Yeni şiir kitabınız çıktı, hayırlı olsun, “Açık Kaplan Haykırışı” bize ne vaat ediyor?

Söylenecek son söze kadar konuşabilir susulacak sessizlik kalmayıncaya kadar susabiliriz. İnsana ilişkin tarafsız ve sonlu insanlık için tarafgir ve sonsuz bir dünya oluşturabiliriz. Ben denedim bir vaadim yok. Yoksuzluk kötüdür. 

Türk şiiri deyince ne anlıyorsunuz? Yunus Emre’den gelen bir ırmağın içinde miyiz? Kimleri buraya dahil bulursunuz?

İsteyen herkes dahildir. İstemeyenler bile hariç değildir. Ancak her yerli milli olmayabilir. Yunus Emre ve Karacaoğlan’dan bugüne ahlak ve aşka dair söylenen sözlere yeni söyleyiş biçimleri eklendi. Ekleniyor. Derinlik genişlik yükseklik ve hacim kadar zemin de önemli ve değerlidir. “İsimleri Yoksullar Gitti” kitabımda andım.

Güncel şiiri okuyor musunuz? Nasıl buluyorsunuz, eksiği ya da fazlası neler?

 Nasıl bulduğumu merak edip soran şairlere söylüyorum.

Sizce şiirin imkanları nelerdir? Şair şiirin imkanlarıyla neyi başarabilir? 

Kendi kendiyle konuşmayı – tabii bu bir başarı değildir ya da başarı düzleminde değerlendirilmemelidir- ki kendilik en güzel spekülasyonumuzdur. Ortamı bilmiyorum. Oldum olası tenha biriyim.

Birini şair kabul etmenin sizce yasaları var mı? Kime şair diyoruz ya da demiyoruz?

Elimizde cetvel yok. Yasa koymak hiza ile ilgilidir. Benim işim değil herkes kendini ifade edebilir .Kendi narhını koyanlara şair diyebiliriz belki. Yani devletini kuranlara.

Şair dünyayı nasıl kavrar ve o dünyadan yaşama ne kalır? 

Olanı olduğu gibi verip insanı temel alanlar Homeros, Shakespeare, Firdevsi gibi sonlu olanı verirler. Bir Homeros dünyasından bahsedemeyiz dünyanın kendisi vardır orada. Tolstoy da öyledir bizde de Tarık Buğra da. Bir de kendi dünyalarını ya da evrenlerini  oluşturup o seferde eser verenler vardır. Mevlana, Necip Fazıl, Sühreverdi, Baudelaire ve  Paul Celan ise insaniyeti ve sonsuz olanı temel alırlar. “Ne kalır derseniz?” sorusu ya da cevabı bile yeterlidir. 

Dünya şiirini takip ediyor musunuz, sizce dünya şiirin iyileri kim? 

İyiler hep iyidir. Biz iyiyiz. Dünya edebiyatında da vardır sanırım. İsimlerine çok dilim dönmüyor.

Şair olarak güncel meselelere bakışımız nasıl olmalı, mesela Filistin sorunu, şair burada nerede durur? 

Filistin güncel mesele değil ki. Bizim büyük şairlerimiz hep içlerinde taşımışlar. Pastanede oturup kıyameti beklemek yeni değil. Gerçi bir iki zirzop söyleyişli isim var. Onlarda bizim meselemiz değil.

24 Nisan 2024 Çarşamba

şeyhim, no comment dedi /şiir

 Sezai Karakoç üzerine yazdığım şiir online şiir sitesi petroleus'ta yayınlandı 




ZEYNEP KARACA

şeyhim, no comment dedi

Sezai Karakoç dervişti diyor biri
dervişler Google’da adını mı aratır
dervişler selfi ne demek diye sorar mı
bana sormuştu
buyurun bir tane çekinelim diyememiştim
kişinin kendi kendini çekmesiydi demiştim
bu da mesafeydi
kıyafetleri eskiydi diyor biri
gözlüğünü bile tamir etmezdi
çünkü kapitalist değildi
Allah kulunun rızkını tekafül etmiştir diyordu
mezarına gidiyorum bazen
bazen çok gidiyorum mezarına
mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır’ı duymak için
içimizden biriydi, sadece adı Sezai Karakoç’tu
bizden biriydi
taa eski Anadolu’dan
ama konuşurken daha çok Cumhuriyet’e benziyordu
ölünce çok üzüldüm
ağladım da
yalnız kaldık belki kimsesiz gibi
yalnızdı diyordu başka biri
yalnız olan her akşam partiye mi gider
söylediğiniz, dediğiniz, ima ettiğiniz gibi değildi diyorum
biraz çocuk, biraz yaşlı
yüzünde hep bir tebessüm
namazını da uzun kılardı
acaba Allah’tan ne isterdi
her şeyi vardı aslında sona doğru
diriliş partisi bir ülküydü
bayrağı gül ağacı olan
ana ilkemiz hakikattir diyen
susarak girilirdi evrenine
bazen de saatlerce konuşarak
cep telefonu iyi bir icat
arada sesini duymak bir bahardı
söyledi defalarca belki duymadınız
defalarca söyledi, onu duymadınız
çıkarsız bir olursak
dünya İslam yurdu olur diye
çıkarsız bir olursak
şiir bizim ufkumuz olur diye
ne kapitalizm ne sosyalizm
bir metafizik, bir Allah, bir dua
en iyi şiir için bulunmuş ilham
Sezai Karakoç bir ülke; yitik
heyecanlı ve umutlu

Ingeborg Bachmann: Çölün Kalbine Yolculuk

 Ingeborg Bachmann: Çölün Kalbine Yolculuk üzerine edebiyatburda.com'a yazdığım yazı 

https://edebiyatburada.com/zeynep-karaca-yazdi-ingeborg-bachmann-uzerine-dusunus/


Şair olmak, yazar olmak; bizde ne tür bir açılım yapar ya da nasıl bir varoluşun parçası oluruz? Soruyu doğru sormak gerekirse öyle bir varoluşa sahip olduğumuz için mi, şair ya da yazar oluruz? Şiirlerini çok sevdiğim şair ve yazar Ingeborg Bachmann hakkında MUBİ’de yayınlanan biyografik filmi izlerken bunları düşündüm. İkinci Dünya Şavaşı’nı görmüş, bizden yarım yüzyıl fazla yaşayarak, kadın ve erkek olmanın sınırlarının sert örüldüğü dünyaya doğmuş Bachmann. Hatta roman üzerine kendisiyle söyleşi yapılırken, meşhur cümlesini kuruyor: ““Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz. Üzerine her gazetede yazılabilecek terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar. Faşizm, bir erkekle bir kadın arasındaki ilişkide ilk rastlanan şeydir.”

Faşizm bir kadın ile erkek arasında başlıyorsa; baştan sona hayata bakışımızı değiştirmek gerek miyor mu? Erkeğe ve kadına bakışın değişmesi gerek miyor mu? Erkeğin tamamen üstün kabul edildiği çağı, mücadele ile biraz gerilettik ama elimizde yine de çok güçlü bir erkeklik var. Filmde de bunları görüyoruz. Bachmann’ın İsveçli yazar Max Frisch ile yaşadığı ilişkinin detaylarını film boyunca görüyoruz. İki entelektüel arasında geçen ilşkide bile erkeğin daha üzt konumlandığına şahit olabiliyoruz. Filmin bir bölümü Max ile ilişkiye yoğunlaşırken diğer bölümü Bachmann’ın daha sonra ilişki yaşadığı kişiyle Mısır’a yaptıkları yolculuk. Film bu iki ilişki arasında gidip geliyor. Fakat burada belirtmemiz gereken bir diğer husus, yönetmenin Mısır’a bakışı oryantalist. Mısır’ı olduğu gibi göstermeden daha çok, kendi zihnindeki bir Mısır’ı yansıtmış gibi.
Bunun dışında Bachmann’ın arada şiiri bıraktığı zamanlar olmuş, kendine güvenmiyor ve şüpheden söz ediyor. Şiirde zirve sayılacak birinin yaşadığı duygusal durum da görülmeye değer. Gerçekten bitti ve bıraktım demekle edebi hastalıklarımız bizi bırakır mı? Kendi tecrübem de şiir yayınlatmaya başladıktan bir, iki yıl sonra şiiri bırakmıştım. Şu an kitabım var. Yazmak virüsüne bir kere bulaştıktan sonra başka bir seçeneğimiz kalmıyor. Savaşın ve dünyanın insanı getirdiği çıkmaz sokaklar Bachmann’ın şiirlerinde fazlasıyla var. Şiirler bizi teklifsiz yakalıyor bazı noktalarda da nefessiz bırakıyor. Böyle bir şair kendisi. Şiiri ve yazmayı bırakıp yeniden geri dönmesi de ayrı bir duygu durum.
Bir şairin ve yazarın hayatını anlatmasına karşı film çok başarılı diyemeyiz. Filmin başarısı bize Bachmann’a dair birçok şeye ulaştırıyor olsa da; bir şairin dünyasına giremiyor. Zaman zaman bunu hissettirdiği noktalar da oluyor. Bir de bu kişi sadece birkaç ilişki yaşamış ve hayatında bunlar mı olmuş, dünyaya dair başka sorunlarına filmde ulaşamıyoruz. İlişkileri üzerinden tanımaya çalıştığımız yazar hakkında daha fazlasına denk gelmek istiyoruz ama film bize bunu vermiyor.
Yine de, o müthiş şiirlerin yazarı Bachmann’ın dünyasına dair birkaç şey öğrenmek isterseniz, film ipucu sunabilir. Baştaki soruyla birlikte düşünecek olursak; şair olmak yazar olmak sadece depresif ya da melankolik olmayı gerektiren bir gerçek midir, bunun dışına çıkamaz mıyız. Herkes kendi tecrübesinden düşünsün derim. Pekala, dünya bu kadar sorunu varken, biz bu kadar dertliyken ve acı içindeyken, ruhumuzda başka açılımlar yapmak mümkün mü? Neşe de bir diğer seçenek olarak aramızda mı, bunu da düşünelim isterim.

7 Mart 2024 Perşembe

DÜNYANIN PENCERESİNE SAKSI KOYDUM/şiir

 matbu yayınlanan Ruhsatsız Dergi'de yer alan şiirim. 



DÜNYANIN PENCERESİNE SAKSI KOYDUM



yeryüzüne bak, bir de göğe ama iyice
renkler nerede, ne yapıyor renkler
biz ne yapıyoruz, dünyaya armağanımız ne
sen, ben, bir başkası da olabilir
karşı koyuyor muyuz acılara ve silahlara
işgallere, gözyaşına
ağlayan çocuklara çare bulabiliyor muyuz
maviye inanıyorum biraz fazla
bugün de gün boyu yağdı
göğü görmen lazım nasıl da karardı
bunu sen görememişsindir
kelimeyle sana haber veriyorum
kırmızı montumu giydim
botlarımı da
artık kışa hazırım
hazırım üstümüze yağacak her şeye
bomba hariç
ezilmişlik hariç
eşitsizlik hariç
ben sanırım biraz romantizme hazırım
kar kaplı yolda yürümeye
sokakta kedi sevmeye
dökülen gazellerde hışırtılı sese
sanırım gözlerine hazırım
neden böyle olur biliyor musun
tam yağacakken yağmur
tam yağacakken kar
tam geçecekken önümüzden bir otomobil
tam atacakken kalbim
neden birden evren durur biliyor musun
sonunda açılacak, güllere hazırlar bizi
açılacak, gül, hazırlar bizi
dünyayı nasıl seviyorsun kırmızı mı
kan mı, şarap mı, gül mü, elbise mi
insanı nasıl seviyorsun
zengin mi, yoksul mu, politik mi
ben en çok yağmuru, karı ve kedileri
en çok da dünyanın renklerini
benimle inanır mısın
bir mutluluğun sonuna
bir eşit ve kardeş dolu dünya
bir kediye ve buluta
inanır mısın benimle
yosun tutan ağaca
ve ince bir sızı gibi akan dereye
sana söylemek istediğim bir sır var
aşıkken kalbimiz kan pompalamaz, nar toplar
biraz heyecan dolu olur ya ellerimiz, bulut toplar
vücut birden dengesini kaybeder ya, heyecan toplar
bunları bilir misin
ilk defa girilen sokak dünyanın sonuna açılır
aşk gibi, ölüm gibi, bulut gibi

BİR KABLO BOYNUMU OKŞUYOR /şiir

 online ve matbu çılan Orlando'da yayınlanan şiirim. 


BİR KABLO BOYNUMU OKŞUYOR

makinalar çok hızlı örgütleniyor
durmaksızın atan bir kalp gibi iyi
üstelik aşık oluyor makinalar
bir insan gücüne
bir filmde ya da fotoğrafta
gördün mü dişlileri
insanların onu nasıl
günlerce elden ele taşıdığını
kürekle kömür atılıyor
milyonlarca watt elektrik
çok güçlü makinalar
bize; otomobil, buzdolabı, çamaşır makinası, yapıyor
hızla örgütleniyor sermaye
hızla GSMH artıyor
hızla dünyanın en iyi ekonomisine göz kırpıyoruz
hızla akıyor hayat
otobüste, metroda, metrobüste
cep telefonunun korkunç elleri var
korkunç yüzlerimiz var ekranda
ağlıyoruz, gülüyoruz, her şey ekranda
makinalar çok hızlı örgütleniyor
uçaklar aramızda
demir, çelik ve kömür
aşk, sevgi ve makina
kutsal çölüyüz bu çağın

Bir Düşüşün Anatomisi ile kadın olmanın yargılanması

online yayınlanan edebiyatburada.com'da yayınlanan yazım 




Bir Düşüşün Anatomisi ile            
kadın olmanın yargılanması


            Kadın olmayı var oluşumuza eklemlediğimiz günden itibaren; o ilk bilincin gerçekleşmesiyle, hayatla mücadele de başlıyor. Özellikle bu çağda biraz kırdığımızı var saydığımız ataerkil düzenin içinde “ikincil” varlık olarak hayat sürmeye devam ediyoruz. Her zaman erkeğin daha gerisinde ve erkek izin verdiği müddetçe daha yakın olabilen o varlık. Üstelik konum sınıflar arası durumda da değişmiyor. Kadın isterse toplumun en alt kademesinde bulunsun ister en üst kademesinde bulunsun; kadın olmaya dair bedeli ödemek zorunda. Eğer biz kendimizi topluma kabul ettirmiş, belirli bir saygınlığı elde etmiş bir kadınsak, devamında da bu başarımızda erkeğin ne kadar payı olduğu hesaplaması kalıyor.
             Bu yazıda bahsetmek istediğim film, Bir Düşüşün Anatomisi. Justine Triet’nin bu yıl Cannes’dan Altın Palmiye’yle dönen filmi. Film; kadın olma üzerine de uzun bir düşünmeye sevk ediyor. Filmde, Fransız Alpleri'nde bir kulübede kocası Samuel (Samuel Theis) ve görme engelli oğluyla (Milo Machado-Graner) izole bir yaşam süren Alman yazar Sandra'yı (Sandra Hüller) izliyoruz. Kocası Samuel’in çatıdan düşüp ölmesi üzerine başlayan mahkeme sürecinde, ilişkinin detaylarına yoğunlaşıyoruz. Samuel intihar mı etti, yazar karısı Sandra tarafından öldürüldü mü? Mahkeme boyunca uzun süre bunu anlamaya çalışıyoruz. Sandra’nın soğuk kanlı duruşu ve sonunda beraat etmesi, bizi bir miktar rahatlatan bir hak edişe dönüşüyor. Fakat ilişkilerine odaklandığımız zaman; savcı ilk başta Sandra’nın biseksüel olması üzerine, kocasını aldatma hikayelerine yoğunlaşıyor. Ve kadını buradan suçlu konuma düşürmeye çalışıyor. Aynı hikayede üstün olan erkek olsaydı böyle bir suçlamaya maruz kalır mıydı düşünmeye değer. Sandra ilişkilerinin kötü gittiği bir dönemde eşini aldattığını kabul ediyor.
            Kadın hem ünlü bir yazar, hem eşini aldatmış hem de bir anne. Feminist bakış açısıyla ele aldığımızda; saygı duyulacak bir karakter Sandra. Ama mahkeme boyunca ilişki çözümü yapılırken Sandra’nın bir kitabının adını eşinden aldığı ima ediliyor. Eşiyle kavgalarında kocası da yazar olmak istiyor ama bunun için zaman bulamadığını söylemeye çalışıyor.
             Mahkeme boyunca yargılamada; ilişkinin detaylarına yoğunlaşırken, başarılı bir kadının eşiyle yaşadığı hayatın da başarısına katkı sağlayıp sağlamadığı üzerine düşünüyoruz. Sahiden erkekler başarılarımızın neresinde. Erkeklerle bir ilişki içinde bulunmamız, onların başarılarımıza ortak oldukları anlamına geliyor mu? Yıl 2024’te bir kadın tek başına bir hayat başarısı inşa edemez mi?
              Kadın olmak suçlanmak ve ötekileştirilirken adalet önünde bile eşit olmamak mı? Yargılama boyunca, bu ve benzeri birçok soruyu düşünüyoruz. Bir erkekten bağımsız, üstün bir kadın rol model. Artık bu hikayeleri yazmak istiyorum ve bu hikayelere ihtiyacımız var. Erkek olmadan da ya da erkekle eşit bir şekilde yarışarak başarılmış bir hayata. Kendimiz erkeklerle ilgili ne düşündüğümüzden çok hayatımızı neyin üzerine inşa ettiğimiz daha önem kazanıyor diye düşünüyorum.
Film bağlamında ele alırsak; kadının başarısı erkeğin hazmedemediği, görmezden geldiği ya da aşağıladığı bir gerçek. Başarılı bir kadın olmanın en yakındaki erkekten başlayarak ödenmesi gereken bir bedeli var. Başarılı bir kadın erkeğe bir şeyler borçlu olmak zorunda. Borçlu değilse, hayat cehenneme dönebilir.
              Kadının tek başına başarılı olması, bizi ayrıca gurur duyacak bir noktaya da taşıyor. Başarılı bir kadın görmekten duyulan bir gurur, buna da artık ihtiyacımız var. Bu çağda, yıllarca verilen kadın mücadelesinin yanında artık başarı hikayelerinin kadınlar tarafından yazılıyor olması da ayrıca bir gurur kaynağı olmalı.
            Film bağlamında ele alırsak; başarılı bir kadın olmak mümkün ama bu başarı kime ve neye rağmen gerçekleştiyse bunun bedeli de ödenmeli. Sosyal hayat, mahkeme, devlet ya da ataerkil düzen, her zaman karşında yer alacak bunu bilmelisin mesajı. İncelikle düşünülerek hazırlanmış bir yargılama süreci; kadın olmayı ele alış biçimi ve kadının ürettiği değer üzerine düşünmek isteyenler, filme bakabilir. 

Günler çözüldükçe ortaya çıkan Sezai Karakoç

 online ve matbu yayınlanan litros sanat gazetesinde yer alan yazım. 


Günler çözüldükçe ortaya çıkan Sezai Karakoç 

 
 
 
10 DAKİKADA OKUNUR

Büyük şairler üzerine yazmanın elbette bir zorluğu var. Özellikle bu kişiler çok yönlü insanlarsa daha fazla işimiz zor. Sezai Karakoç, 1950’lerden itibaren adından söz ettirmiş, İkinci Yeni’ye öncü olmuş, Diriliş fikri etrafında ufuk açmış bir düşünür. Üzerine söyleyeceklerimiz daha sonra bir başkasının yazacaklarından dolayı eksik ve hatalı kaçabilir. Ömer Erdem’in Günler Çözüldükçe Sezai Karakoç’a Doğru kitabına biraz yakından bakmayı deneyeceğim.

Ömer Erdem, Konya’dan İstanbul’a okumaya geldiğinde yolu Sezai Karakoç ile kesişir. Bu kesişim aynı zamanda ona tarihin yüklediği bir ödev gibidir. Kendi tabiriyle taşrada adını birkaç kez duymuştur ve bir kitabını okuma imkanı bulmuştur. İstanbul’daki tanışmanın ardından yakınlık başlar, Sezai Bey, Ömer Bey’e yakınında olmasını ve Diriliş’in işlerinde ona yardım etmesini ister. Üniversite yılları boyunca Sezai Bey’in yanında bulunan Ömer Bey, yüksek lisansını da Sezai Bey üzerine yapar. Yaşanmışlık ve üzerine edebi olarak düşülmüş olması, kitabın her yönüne yansıyor. Ömer Bey kitabı daha çok anılardan yola çıkarak, bir şiir tahlili şeklinde anlatıyor. Şiirler üzerinden Sezai Karakoç çözümlemesi gibi bir noktaya ulaşıyoruz. Aralara hatıralar giriyor. 

Kitabın en önemli noktası; bize bir bütün olarak Sezai Karakoç’u sunarken, yakınlığını kullanıp bunu bir tür anıya çevirmiyor. Güncele ve şu an olup bitene bakabileceğimiz bir portre çıkıyor ortaya. Hepimiz Mona Roza efsanesinden dolayı Sezai Karakoç’ta aşkı merak ediyoruz. Mona Roza gibi bir gerçeğin var olduğunu ama efsanelere konu olan yerinin yapılan dedikodular gibi olmadığını kitaptan bir kez daha öğrenmiş bulunuyoruz. Sezai Bey, bu hikayeyi samimiyetine güvenerek ayrıntılı olarak Rasim Özdenören’e anlattığını onun da dedikodulara vesile olacak şekilde herkese yaydığını bundan memnun olmadığını öğreniyoruz. Ve Sezai Karakoç’ta aşkın, bir bütüne bakmak için bir araç olduğunu şiire ilham kaynağı olarak kullanıldığını görüyoruz. Ayrıca bir süre sonra karşımıza ikinci kadın çıkıyor Suna adında. Hatta Sezai Bey bu kadına mektup bile yazmış. 

Her işinde metafizik bir bakış var

Sezai Bey’in bir diğer özelliği gazete sayfalarında ölüm ilanlarını sürekli okuması olarak yazılıyor. Ömer Bey, bunun da geçmiş arkadaşlarının ölümünü takip etmekle bir ilgisi olabileceğini hatta aşık olduğu kadınların hayatta olup olmadığını kontrol yöntemi olduğunu söylüyor. Ayrıca Sezai Bey’in hiçbir cenazeye katılmadığı da notlar arasında yer alıyor. Yine Sezai Bey’in şiirleri üzerine konuşmayı sevmediğini yazar bize hatırlatıyor. Sezai Karakoç ve İstanbul ise, üzerine düşünmeye değer. Kapalı ÇarşıSürgün Ülkeden Başkentler Başkentine ve Yoktur Gölgesi Türkiye’deŞehzadebaşında Gün Doğmadan, Çeşmeler gibi şiirlerinde bize çizdiği İstanbul panoraması da görülmeye değer bir hal alıyor. Kimi zaman kendini çeşmelerle özdeştiren şair, İstanbul’u bir medeniyet başkenti olarak bize gösteriyor. Şairin hayatının büyük bölümünü de İstanbul’da geçirdiğini unutmamak lazım. Diyarbakır gibi surlarıyla ünlü bir şehirde doğduktan sonra ömrünü başka bir sur şehri olan İstanbul’da tamamlaması da; kaderin cilvesi gibi bir hal şair için. Diriliş Partisi’ni kurduğunda duyduğu heyecan da kitapta yer alanlar arasında. Sezai Bey partiyi kurduğunda; bu parti beni ahirette kurtaracak imandır diyor. Her işinde olduğu gibi bu sosyal olayda da metafizik ekseninden dünyaya baktığının bir göstergesi.

Kitapta yer alan sinema bölümünde; sinema üzerine düşündüğü söyleniyor. Hiç sinemaya gitmiş midir, bunu bilmiyoruz. Ama Lili Yar şiiri bir sinema örneği. Ben kendi konuşmalarım sırasında bir sinema sohbetinde sormuştum, eskiden giderdim demişti. Belki ilk gençlik yılları. Sinema yazıları da ayrıca bir sinema teorisyeni titizliğinde. Meraklılarının fazlasıyla faydalanabileceği yazılar. Kitapta ilginç olan konulardan biri de; Turan Karataş’ın Sezai Bey ile anılan meşhur kitabı Doğunun Yedinci Oğlu. Bu çalışma sırasında Sezai Bey, Turan Bey’e kaynaklara ulaşması açısından çok yardımcı olmuş ama eser ortaya çıkınca beğenmediğini ifade etmiş. Doğunun Yedinci Oğlu fikri de Ömer Bey’den çıkmış, Ömer Bey gençliğinde bulduğu bu isimden de memnun olmadığını belirtiyor. Elbette buna konu olan şiir Masal

Sezai Bey’in şiirlerinin modern Türk şiirinin kurucu alanında yer alması da kitapta çokça konuşulan konulardan biri. Yazara göre Karakoç, Necip Fazıl Kısakürek ve Mehmet Akif Ersoy’dan farklı bir yerde duruyor. Hem modern Türk şiirinin kurucusu hem de bitmeyen bir ırmak olarak yenilikçi. Sezai Bey’in bu özelliği de onu kendine has ve biricik yapıyor. Ömer Bey şairin yakını olmayı kendinde ilk gençlik yıllarında bir tür sevinç ve heyecan olarak yorumlarken, doktora çalışmasında ve sonradan uzaklaşarak Sezai Karakoç’a baktığında; bunun  anlamını daha iyi yorumluyor. Bunun yansımalarına satır aralarında denk gelmek mümkün. Kitapta şiirdeki kurucu Sezai Karakoç’u düşüncede ve fikirde de, kendine has biri olarak karşımıza çıkıyor. Sezai Karakoç’ta ortaya çıkan bir diğer özellik; çocuk ruhunu hiç kaybetmemiş olmasıdır. Çocukça değildir elbette ama çocuk ruhu da onda ortaya çıkanlar arasında. Kitapta bir önemli anekdotlardan biri de; İsmet Özel ile samimiyeti. İsmet Özel müslüman olduğunda ilk Sezai Karakoç’a gelir, şiirleri Diriliş’te yayınlanır. Sezai Bey’e  hürmeti fazladır. Fakat Sezai Bey’in, İsmet Özel ile ilgili nihai kararı; onun solcular tarafından İslamcıların içine sokulmuş biri olduğudur. Tarih şairin haklılığını gösterir mi yoksa bu bir paranoyadan mı ibarettir zamana bırakmak gerekir diye düşünüyorum. Sezai Bey üzerine, daha fazlasını duymak için kitaba göz atmanızda fayda var diyorum.

SAYIKLAMALAR İKİ

 SAYIKLAMAR İKİ En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınını...