online ve matbu çılan Orlando'da yayınlanan şiirim.
7 Mart 2024 Perşembe
BİR KABLO BOYNUMU OKŞUYOR /şiir
Bir Düşüşün Anatomisi ile kadın olmanın yargılanması
https://edebiyatburada.com/zeynep-karaca-yazdi-bir-dususun-anatomisi-ile-kadin-olmanin-yargilanmasi/
Bir Düşüşün Anatomisi ile
kadın olmanın yargılanması
Kadın olmayı var oluşumuza eklemlediğimiz günden itibaren; o ilk bilincin gerçekleşmesiyle, hayatla mücadele de başlıyor. Özellikle bu çağda biraz kırdığımızı var saydığımız ataerkil düzenin içinde “ikincil” varlık olarak hayat sürmeye devam ediyoruz. Her zaman erkeğin daha gerisinde ve erkek izin verdiği müddetçe daha yakın olabilen o varlık. Üstelik konum sınıflar arası durumda da değişmiyor. Kadın isterse toplumun en alt kademesinde bulunsun ister en üst kademesinde bulunsun; kadın olmaya dair bedeli ödemek zorunda. Eğer biz kendimizi topluma kabul ettirmiş, belirli bir saygınlığı elde etmiş bir kadınsak, devamında da bu başarımızda erkeğin ne kadar payı olduğu hesaplaması kalıyor.
Bu yazıda bahsetmek istediğim film, Bir Düşüşün Anatomisi. Justine Triet’nin bu yıl Cannes’dan Altın Palmiye’yle dönen filmi. Film; kadın olma üzerine de uzun bir düşünmeye sevk ediyor. Filmde, Fransız Alpleri'nde bir kulübede kocası Samuel (Samuel Theis) ve görme engelli oğluyla (Milo Machado-Graner) izole bir yaşam süren Alman yazar Sandra'yı (Sandra Hüller) izliyoruz. Kocası Samuel’in çatıdan düşüp ölmesi üzerine başlayan mahkeme sürecinde, ilişkinin detaylarına yoğunlaşıyoruz. Samuel intihar mı etti, yazar karısı Sandra tarafından öldürüldü mü? Mahkeme boyunca uzun süre bunu anlamaya çalışıyoruz. Sandra’nın soğuk kanlı duruşu ve sonunda beraat etmesi, bizi bir miktar rahatlatan bir hak edişe dönüşüyor. Fakat ilişkilerine odaklandığımız zaman; savcı ilk başta Sandra’nın biseksüel olması üzerine, kocasını aldatma hikayelerine yoğunlaşıyor. Ve kadını buradan suçlu konuma düşürmeye çalışıyor. Aynı hikayede üstün olan erkek olsaydı böyle bir suçlamaya maruz kalır mıydı düşünmeye değer. Sandra ilişkilerinin kötü gittiği bir dönemde eşini aldattığını kabul ediyor.
Kadın hem ünlü bir yazar, hem eşini aldatmış hem de bir anne. Feminist bakış açısıyla ele aldığımızda; saygı duyulacak bir karakter Sandra. Ama mahkeme boyunca ilişki çözümü yapılırken Sandra’nın bir kitabının adını eşinden aldığı ima ediliyor. Eşiyle kavgalarında kocası da yazar olmak istiyor ama bunun için zaman bulamadığını söylemeye çalışıyor.
Mahkeme boyunca yargılamada; ilişkinin detaylarına yoğunlaşırken, başarılı bir kadının eşiyle yaşadığı hayatın da başarısına katkı sağlayıp sağlamadığı üzerine düşünüyoruz. Sahiden erkekler başarılarımızın neresinde. Erkeklerle bir ilişki içinde bulunmamız, onların başarılarımıza ortak oldukları anlamına geliyor mu? Yıl 2024’te bir kadın tek başına bir hayat başarısı inşa edemez mi?
Kadın olmak suçlanmak ve ötekileştirilirken adalet önünde bile eşit olmamak mı? Yargılama boyunca, bu ve benzeri birçok soruyu düşünüyoruz. Bir erkekten bağımsız, üstün bir kadın rol model. Artık bu hikayeleri yazmak istiyorum ve bu hikayelere ihtiyacımız var. Erkek olmadan da ya da erkekle eşit bir şekilde yarışarak başarılmış bir hayata. Kendimiz erkeklerle ilgili ne düşündüğümüzden çok hayatımızı neyin üzerine inşa ettiğimiz daha önem kazanıyor diye düşünüyorum.
Film bağlamında ele alırsak; kadının başarısı erkeğin hazmedemediği, görmezden geldiği ya da aşağıladığı bir gerçek. Başarılı bir kadın olmanın en yakındaki erkekten başlayarak ödenmesi gereken bir bedeli var. Başarılı bir kadın erkeğe bir şeyler borçlu olmak zorunda. Borçlu değilse, hayat cehenneme dönebilir.
Kadının tek başına başarılı olması, bizi ayrıca gurur duyacak bir noktaya da taşıyor. Başarılı bir kadın görmekten duyulan bir gurur, buna da artık ihtiyacımız var. Bu çağda, yıllarca verilen kadın mücadelesinin yanında artık başarı hikayelerinin kadınlar tarafından yazılıyor olması da ayrıca bir gurur kaynağı olmalı.
Film bağlamında ele alırsak; başarılı bir kadın olmak mümkün ama bu başarı kime ve neye rağmen gerçekleştiyse bunun bedeli de ödenmeli. Sosyal hayat, mahkeme, devlet ya da ataerkil düzen, her zaman karşında yer alacak bunu bilmelisin mesajı. İncelikle düşünülerek hazırlanmış bir yargılama süreci; kadın olmayı ele alış biçimi ve kadının ürettiği değer üzerine düşünmek isteyenler, filme bakabilir.
Günler çözüldükçe ortaya çıkan Sezai Karakoç
Günler çözüldükçe ortaya çıkan Sezai Karakoç
Büyük şairler üzerine yazmanın elbette bir zorluğu var. Özellikle bu kişiler çok yönlü insanlarsa daha fazla işimiz zor. Sezai Karakoç, 1950’lerden itibaren adından söz ettirmiş, İkinci Yeni’ye öncü olmuş, Diriliş fikri etrafında ufuk açmış bir düşünür. Üzerine söyleyeceklerimiz daha sonra bir başkasının yazacaklarından dolayı eksik ve hatalı kaçabilir. Ömer Erdem’in Günler Çözüldükçe Sezai Karakoç’a Doğru kitabına biraz yakından bakmayı deneyeceğim.
Ömer Erdem, Konya’dan İstanbul’a okumaya geldiğinde yolu Sezai Karakoç ile kesişir. Bu kesişim aynı zamanda ona tarihin yüklediği bir ödev gibidir. Kendi tabiriyle taşrada adını birkaç kez duymuştur ve bir kitabını okuma imkanı bulmuştur. İstanbul’daki tanışmanın ardından yakınlık başlar, Sezai Bey, Ömer Bey’e yakınında olmasını ve Diriliş’in işlerinde ona yardım etmesini ister. Üniversite yılları boyunca Sezai Bey’in yanında bulunan Ömer Bey, yüksek lisansını da Sezai Bey üzerine yapar. Yaşanmışlık ve üzerine edebi olarak düşülmüş olması, kitabın her yönüne yansıyor. Ömer Bey kitabı daha çok anılardan yola çıkarak, bir şiir tahlili şeklinde anlatıyor. Şiirler üzerinden Sezai Karakoç çözümlemesi gibi bir noktaya ulaşıyoruz. Aralara hatıralar giriyor.
Kitabın en önemli noktası; bize bir bütün olarak Sezai Karakoç’u sunarken, yakınlığını kullanıp bunu bir tür anıya çevirmiyor. Güncele ve şu an olup bitene bakabileceğimiz bir portre çıkıyor ortaya. Hepimiz Mona Roza efsanesinden dolayı Sezai Karakoç’ta aşkı merak ediyoruz. Mona Roza gibi bir gerçeğin var olduğunu ama efsanelere konu olan yerinin yapılan dedikodular gibi olmadığını kitaptan bir kez daha öğrenmiş bulunuyoruz. Sezai Bey, bu hikayeyi samimiyetine güvenerek ayrıntılı olarak Rasim Özdenören’e anlattığını onun da dedikodulara vesile olacak şekilde herkese yaydığını bundan memnun olmadığını öğreniyoruz. Ve Sezai Karakoç’ta aşkın, bir bütüne bakmak için bir araç olduğunu şiire ilham kaynağı olarak kullanıldığını görüyoruz. Ayrıca bir süre sonra karşımıza ikinci kadın çıkıyor Suna adında. Hatta Sezai Bey bu kadına mektup bile yazmış.
Her işinde metafizik bir bakış var
Sezai Bey’in bir diğer özelliği gazete sayfalarında ölüm ilanlarını sürekli okuması olarak yazılıyor. Ömer Bey, bunun da geçmiş arkadaşlarının ölümünü takip etmekle bir ilgisi olabileceğini hatta aşık olduğu kadınların hayatta olup olmadığını kontrol yöntemi olduğunu söylüyor. Ayrıca Sezai Bey’in hiçbir cenazeye katılmadığı da notlar arasında yer alıyor. Yine Sezai Bey’in şiirleri üzerine konuşmayı sevmediğini yazar bize hatırlatıyor. Sezai Karakoç ve İstanbul ise, üzerine düşünmeye değer. Kapalı Çarşı, Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine ve Yoktur Gölgesi Türkiye’de, Şehzadebaşında Gün Doğmadan, Çeşmeler gibi şiirlerinde bize çizdiği İstanbul panoraması da görülmeye değer bir hal alıyor. Kimi zaman kendini çeşmelerle özdeştiren şair, İstanbul’u bir medeniyet başkenti olarak bize gösteriyor. Şairin hayatının büyük bölümünü de İstanbul’da geçirdiğini unutmamak lazım. Diyarbakır gibi surlarıyla ünlü bir şehirde doğduktan sonra ömrünü başka bir sur şehri olan İstanbul’da tamamlaması da; kaderin cilvesi gibi bir hal şair için. Diriliş Partisi’ni kurduğunda duyduğu heyecan da kitapta yer alanlar arasında. Sezai Bey partiyi kurduğunda; bu parti beni ahirette kurtaracak imandır diyor. Her işinde olduğu gibi bu sosyal olayda da metafizik ekseninden dünyaya baktığının bir göstergesi.
Kitapta yer alan sinema bölümünde; sinema üzerine düşündüğü söyleniyor. Hiç sinemaya gitmiş midir, bunu bilmiyoruz. Ama Lili Yar şiiri bir sinema örneği. Ben kendi konuşmalarım sırasında bir sinema sohbetinde sormuştum, eskiden giderdim demişti. Belki ilk gençlik yılları. Sinema yazıları da ayrıca bir sinema teorisyeni titizliğinde. Meraklılarının fazlasıyla faydalanabileceği yazılar. Kitapta ilginç olan konulardan biri de; Turan Karataş’ın Sezai Bey ile anılan meşhur kitabı Doğunun Yedinci Oğlu. Bu çalışma sırasında Sezai Bey, Turan Bey’e kaynaklara ulaşması açısından çok yardımcı olmuş ama eser ortaya çıkınca beğenmediğini ifade etmiş. Doğunun Yedinci Oğlu fikri de Ömer Bey’den çıkmış, Ömer Bey gençliğinde bulduğu bu isimden de memnun olmadığını belirtiyor. Elbette buna konu olan şiir Masal.
Sezai Bey’in şiirlerinin modern Türk şiirinin kurucu alanında yer alması da kitapta çokça konuşulan konulardan biri. Yazara göre Karakoç, Necip Fazıl Kısakürek ve Mehmet Akif Ersoy’dan farklı bir yerde duruyor. Hem modern Türk şiirinin kurucusu hem de bitmeyen bir ırmak olarak yenilikçi. Sezai Bey’in bu özelliği de onu kendine has ve biricik yapıyor. Ömer Bey şairin yakını olmayı kendinde ilk gençlik yıllarında bir tür sevinç ve heyecan olarak yorumlarken, doktora çalışmasında ve sonradan uzaklaşarak Sezai Karakoç’a baktığında; bunun anlamını daha iyi yorumluyor. Bunun yansımalarına satır aralarında denk gelmek mümkün. Kitapta şiirdeki kurucu Sezai Karakoç’u düşüncede ve fikirde de, kendine has biri olarak karşımıza çıkıyor. Sezai Karakoç’ta ortaya çıkan bir diğer özellik; çocuk ruhunu hiç kaybetmemiş olmasıdır. Çocukça değildir elbette ama çocuk ruhu da onda ortaya çıkanlar arasında. Kitapta bir önemli anekdotlardan biri de; İsmet Özel ile samimiyeti. İsmet Özel müslüman olduğunda ilk Sezai Karakoç’a gelir, şiirleri Diriliş’te yayınlanır. Sezai Bey’e hürmeti fazladır. Fakat Sezai Bey’in, İsmet Özel ile ilgili nihai kararı; onun solcular tarafından İslamcıların içine sokulmuş biri olduğudur. Tarih şairin haklılığını gösterir mi yoksa bu bir paranoyadan mı ibarettir zamana bırakmak gerekir diye düşünüyorum. Sezai Bey üzerine, daha fazlasını duymak için kitaba göz atmanızda fayda var diyorum.
31 Ocak 2024 Çarşamba
Cins Dergi'de yayınlanan film yazım
matbu Cins Dergi'nin ocak sayısında yayınlanan yazım.
İçimizi ısıtan bir
mücadele: Laskar Pelangi
Uzaklarda neler oluyor, merek eder misiniz? Adını sadece haritada gördüğümüz bir ülkede yaşam nasıl akar. En çok hangi kitaplar okunur, hangi filmler izlenir. Bizim acılarımız ve sevinçlerimiz onlarda da var mı merakınız var mı? Bir yıl sürecek bu film incelemelerinde; Malezya, Endonezya, Afrika ve Filistin’den filmlere değineceğiz. Önce Endonezya sinemasının genel görümünden bahsedelim.
ENDONEZYA SİNEMASI
Endonezya sineması, çeşitli tür ve tarzlara yayılan çok çeşitli filmlerle uzun ve zengin bir tarihe sahip. Endonezya sinemasının 1950'lerdeki klasik eserlerinden 21. yüzyılın çağdaş hitlerine kadar ülkenin kültürünü, tarihini ve sanatsal yeteneğini sergileyen pek çok olağanüstü film var. Endonezya sineması, son yıllarda medyanın sınırlarını zorlayan ve yeni temalar ve tarzlar keşfeden yeni bir genç ve yenilikçi film yapımcıları dalgasıyla önemli bir büyüme ve evrim yaşadı. Aksiyon dolu gerilim filmlerinden düşündürücü dramalara ve romantik komedilere kadar Endonezya filmleri her zevke uygun bir şeyler sunar. En ünlü Endonezya filmlerinden bazıları arasında klasik drama “Tjoet Nja' Dhien” (1988), korku filmi “Pengabdi Setan” (1980) ve aksiyon dolu suç gerilim filmi “The Raid” (2011) bulunmaktadır. Daha yeni hitler arasında romantik drama "Laskar Pelangi" (2008), komedi "Ada Apa Dengan Cinta 2" (2016) ve eleştirmenlerce beğenilen drama "Marlina the Murderer’in Four Perde" (2017) yer alıyor. Endonezya’yı anlamak üzerine iyi bir belgesel olan The Look of Silence (Sessizliğin Bakışı) 2016’da Türkiye’de gösterilmişti.
YÖNETMEN KİMDİR
Bugün başlayacağımız film 2008 Endonezya yapımı Gökkuşağı Kardeşliği (Laskar Pelangi). Filmin yönetmeni Riri Rıza. Yönetmen hakkında da fikir edinmek adına kısaca bahsedecek olursak: 1970 doğumlu. Jakarta Sanat Enstitüsü Film Bölümü'nden mezun oldu ve Londra Royal Holloway Üniversitesi'nden Film Senaryosu alanında yüksek lisans derecesi aldı. Rıza, "Sonata Kumpung Bataj" adlı filminin Oberhausen'deki kısa film festivalinde ödül kazanmasıyla (1994) tanındı. Daha sonra diğer üç yönetmenle birlikte "Kuldesak" ('94) filmini yönetti. Kendi yönettiği ilk büyük filmi olan devam filmi "Petualangan Sherina" Endonezya'da gişe rekorları kırdı. Bir sonraki filmi olan ve ikinci uzun metrajlı filmi olan "Elaiana, Elaiana" birçok uluslararası film festivaline davet edildi. Rıza, uluslararası film festivallerinde birçok ödül alan "GIE" ve "3 Days to Forever" filmlerini yönetti. "Gökkuşağı Kardeşliği", Endonezya'nın 2008'de gişe rekorları kıran filmi oldu. "The Rainbow Troops"un devamı olarak çekilen "The Dreamer" da gişe rekorları kırdı.
FİLME DAİR NOTLAR
Riri Rıza'nın bu parlak kariyerindeki filmine dair söyleyeceklerimiz de var elbette. Laskar Pelangi, Andrea Hirata'nın yazdığı bir romana dayanan içinde bolca Endonezya müzikleri bulunan bir film. Laskar Pelangi, Endonezya'nın Belitung Adası'ndaki Kampong Gantong köyünde 80'lerde geçen gerçek olaylardan esinlenen bir hikaye. Ada, bir zamanlar Endonezya'nın en zengin adalarından biri, madencilik yapılıyormuş. Film boyunca Muhammadiyah adlı bir okulun açılma sürecine tanık oluyoruz. Yeterli sayıda öğrenci bulunmadığı için açılamayan bir sınıfta öğretmenin verdiği mücadele filmin ana unsuru. Bu mücadeleyle çocukların kaderini değiştirilmeye çalışılıyor. Film bizi evrenine, Laskar Pelangi’lerden biri olan İkal’ın eve dönüşüyle alıyor. Sınıfın açılması için on çocuk gerekli ve bir kişi eksik, bu kişinin gelişi bekleniyor. Film boyunca hayallere ulaşmak için yapılan mücadeleye şahit oluyoruz. Bu filmde asla pes etmeyen ve öğrencilerinin geleceği için elinden geleni yapmaya çalışan bir öğretmen gibi pek çok ilginç karakter var ve hayallerine ulaşmak için mücadele eden çocuklar da var. Filmde en ilginç bulduğum şey Sekolah Hati, yani Kalp Okulu. Eğitim bize iyi bir puan, iyi bir sınav sonucu, prestij vb. getirebilir. Ama bu filmde bize hayatı öğrenen çocukların, geleceğin ne kadar önemli olduğunu, ona ulaşma mücadelesini, aralarındaki dostluğu, mutlu bir yürekle birbirlerine nasıl yardım edip destek olduklarını anlatıyorlar. Aynı zamanda şu alıntı da geçtiği gibi: "berusahalah untuk selalu memberi sebanyak-banyaknya daripada menerima sebanyak-banyaknya.." veya "...mümkün olduğu kadar çok almak yerine, verebildiğin kadar vermeye çalış." Bugünlerde verme sözcüğünün anlamını yitirmiş o kadar çok insan var ki. Bu filmde bize, ister zamanı, ister parası, ister sadece emeği olsun, sahip olduğu her şeyi hâlâ başkaları için samimiyetle veren insanları anlatıyorlar. Filmden ilginç bulduğum bir diğer alıntı ise, "Hidup kita bukan berbicara masa lalu, tapi hidup kita berbicara masa depan. Tentang apa yang akan terjadi di masa depan, ditentukan dari hidup kita saat ini.." veya “Hayatlarımız konuşamaz, geçmiş hakkında; gelecekten bahsedilmeli. Gelecekte ne olacağına ise bugünkü hayatlarımızla karar veriliyor…” yani bugünden başlayarak kendi yaşam amacınıza ya da kendi vizyon ve misyonunuza sahip olmanız gerekiyor.
SON SÖZ
Film bu haliyle; hayallere giden mücadeleyi anlamlı bir noktaya taşırken, dünyada mücadelenin de erdemli olması noktasında bizi ikna ediyor. Kalbimizin onay vermediği işlerden gerçek ve insana yaraşır bir şey çıkmayacağını, önemli olanın kalple ve insan kalarak yapılan işlerin daha samimi ve insana yakışır olduğunu fısıldıyor. Film boyunca; çocukların yokluk ve hayalleri arasında dolanıp dururken bize söylemek istediği belki de; imkansız yoktur mücadele vardır noktası. Bu bağlamda filmi bulunması zor olsa da izleyenler olursa; o samimiyete şahit olacaklardır.
Gitmek filmi üzerine inceleme
Bu ülkeden
Gitmek ama nereye?
Ülkenin içinde bulunduğu şartlar biraz etkin olsa da; gençler arasında en önemli heyecanlardan biri bu ülkeyi terk etmek ve başka bir ülkede yeni bir hayat kurmak. Bazılarının haklı gerekçeleri var, bazıları ise; ülkesiyle bağının kuramamış, başka bir ülkede mutlu olacağı inancı var. Kendi ülkesinde özne olmaktansa başka bir ülkede mülteci olmayı göze almak. Sahi ülkemiz bu kadar ötekileştirmeyi hak ediyor mu, biraz da bunun üzerine düşünmeliyiz.
Suriye, Irak, Yemen, Filistin, Afganistan gibi savaşların yaşandığı ülkelerden göç etmek ve kendi kaderini tayin etmek için başka bir ülkede mülteci olmak artık normal sayılıyor. Biz de bir mülteci ülkesiyiz. Mültecilere iyi davranıyor ya da kötü davranıyoruz. Bunun bir ortak noktası yok. Milliyetçiler ülkemizde Suriyeli ya da Afgan istemiyor.

Bugün bahsetmek istediğim film Seval Şener yapımı Gitmek (To Go). 20 dakikalık bu kısa filmde; başrol Derin ailesiyle sorunları olan bir üniversite öğrencisi. Tek hayali bir gün vatanını terk edip başka bir ülkede daha iyi bir hayat kurma arzusu. Hayatında yolunda gitmeyen şeyler için çözümü gidip kurtulmak. Sahi savaş ya da gönüllü mültecilik bu kadar kolay mı? Bu kadar, kurtulmak anlamına mı geliyor? Burada üniversite mezunu olup Almanya’da kurye olmak, İngiltere’de tezgahtar olmak daha mı cazip. Sorun belki çok yönlü; ülke ekonomisinin kötü durumu, gençlerin hayallerine uygun olmayan yaşam standartları belki temel etken. Bunlarda konuşulmalı ve gençler neden vatanını terk etmek istiyor üzerine; düşünülmeli ve çalışılmalı. Fakat her şeye rağmen, mülteci olma arzusuna değiyor mu, vatanı terk etmek düşünmek lazım.

Ülke ve dünyadaki ekonomik koşullar; özellikle gençleri ama genelde birçok insanı, göçmen olmaya zorluyor. Bu derin yarık üzerine düşünürken, ülkemiz gerçekten yaşanmaya değmiyor mu? Başka dünyalara heves edecek ve hayal kuracak kadar ülkemizi sevmiyor muyuz? Ait olmak ve bağ kurmak. Bunlar da önemli noktalar. Neden bağ kuramıyoruz yaşadığımız toprakla; neden başka topraklar bize daha cazibeli görünüyor. Kendimizi burada daha iyi hissetmek için yapmamız gerekenler yok mu?
Bu biraz da batının teknikte ilerlemesinin ve özgürlükler yurdu olarak sunulmasının sonucu değil mi? Sahi batı o kadar özgür ve albenili mi? Kendimizde aşağılık kompleksi hissedeceğimiz kadar, durum kötü mü? Ülkemizin de sorunları var kabul ama bu vatan dışında Avrupa ve Amerika harikalar diyarı mı? Tanzimatla başlayan batılılaşma arzusunun uzantısı mı tüm bunlar? Bunları ve daha fazlasını düşünmek isterseniz, Gitmek filmine denk geldiğinizde izleyin derim.
Yapım Tarihi – 2023
Süre – 00:19:59
Format – Kurmaca, Renkli, Türkçe
Yönetmen / Director – Seval Şener
Senaryo / Screenplay – Seval Şener, M. Ali Çakmak
Görüntü Yönetmeni / Cinematographer – İsmail Eser
Müzik / Music – Dennis Stelmakh, Urban Desert Wave
Kurgu / Editing – Sercan Subaşı, Eren Şahin
Yapımcılar / Producers – M. Ali Çakmak, Seval Şener
* San Jose Uluslararası Film Ödülleri – En İyi Kurmaca Kısa Film Ödülü
* Brezilya Yeni Vizyonlar Film Festivali – En İyi Poster Ödülü
* CineMaz Uluslararası Bağımsız Film Festivali – Mansiyon Ödülü
* Adana Altın Koza Uluslararası Film Festivali – Özel Gösterim Seçkisi
* İzmir Uluslararası Kısa Film Festivali – Panorama
* Sırbistan / Başlangıç – Geri Dönenler Uluslararası Kısa Film Festivali – Resmi Seçki
* Anadolu’nun Tadı Türkiye’den Filmler Festivali / İngiltere – Resmi Seçki
* Roma Outkast Bağımsız Film Ödülleri – En iyi Oyuncu (Işıknaz Özedgü)
* Annaba Akdeniz Film Festivali – Özel Seçki (Cezayir)
* Diorama Uluslararası Film Festivali – Özel Seçki (Dubai)
* Polonya / 14. Edukino Festivali – Özel Seçki
* Dünya Prömiyeri Film Ödülleri – Özel Seçki (Los Angeles)
* İnsan- Çevre Koruma Festivali – Özel Seçki (Kanada)
* Yakın Çekim Uluslararası Film Festivali (Kanada)
Mavera Tv Youtube kanalında yaptığım söyleşi
Mavera Tv Youtube kanalında; Muhammed Safa Ulusoy ile Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek isimli şiir kitabım üzerine yaptığımız söyleşi.
30 Aralık 2023 Cumartesi
Hayat filmi: Gönül Hicran’la doldu
Zeki Demirkubuz'un Hayat filmi üzerine yazdığım yazı; edebiyatburada.com'da yayınlandı.
Zeki Demirkubuz’un insanlarını daha hayatın içinden buluyorum. Saplantılarıyla, açmazlarıyla, kendine has sınıflarıyla daha hayatın içinden ve insana daha yakın kişiler. Bir aşkın uğruna hayatını adayan Bekir.. Bunu yaşamanın başka bir formu yok ve başka bir yaşam mümkün değil noktasında yaşamak. Aşkı daha kendine has ve içinden çıkılmaz bir saplantı olarak görmek. Bir insanın birinin uğruna neleri verebileceği ve biri uğruna nelerden vaz geçebileceği noktaya geleceğini göstermek.
Daha sıradan ve hayatın içinden dediğim nokta; Zeki Demirkubuz filminden çıktıktan sonra gözünüzde öyle biri canlanır. Bu hikayeyi yaşayan birini tanıyorum, biri anlatmıştı böyle bir hikayeyi noktasına hemen ulaşırsınız.
Bu yazıda biraz son filmi Hayat’a yakından bakmak istiyorum. Hicran babasından şiddet gören ve istemediği bir erkekle evlenmek üzereyken evi terk eder. İstanbul’a kaçar, burası biraz Yeşilçam’ı andırıyor. Fakat dediğim gibi çocukluk arkadaşım Ayşe, kendinden yaşça büyük bir adama 17 yaşındayken kaçmıştı. Ordu’dan, Sakarya’ya. Yeşilçam dediğimiz şey de hayatın içinden bir nokta. Yalnız Hicran’ın içindeki tatmin olmama duygusu; her şeyi ve herkesi geride bırakıp kaçma isteği; içinde söndüremediği o ateş. Kaçmak gitmek ve hiç tanımadığı yerlerde kendine yeni bir hayat edinme duygusu, sanki hiç geçmeyecek ve ömür boyu yakasını bırakmayan beynine yerleşmiş bir ur gibi onu takip edecek.
Hicran eve döndüğünde artık onu yaşça büyük ve dul biriyle (Cem Davran) evlendirirler. Hicran yine aradığı hayatı bulamaz ve bir gün çekip gitme duygusu orada, onda hep yaşar. En son Rıza ile kendine yeni bir hayat seçmesi üzerine düşünebiliriz. Rıza da sıradan bir karakter, yıllarca dedesiyle ekmek fırınında çalışmış ve dedesinin has çocuğu. Rıza’nın sanki duyguları yok gibidir. Rıza, ekmek fırını ile bir grup arkadaşı arasında sıradan bir hayat sürmektedir. Ta ki, Hicran’a rastlayana kadar. Rıza, Hicran’ı bulup uğruna cinayet işleyecek kadar gururlu davranması, Hicran’ın babasının bunu affedememesi, dedesinin torununa şefkatle ve bilgece yaklaşımı, hepsi bize şöyle kafamızı kaldırdığımızda tanıdık geliyor. Çocukluk arkadaşım Ayşe de, kaçtığı yerde bir çocuk yapıp sonra dul ve çocuklu bir adamla evlendirilmek zorunda kalmıştı. Babası Mehmet amca, bu sıkıntıları kaldıramayıp kalp krizinden vefat etti.
Hayat filmi aynı zamanda Zeki Demirkubuz’un ustalık işi olarak duruyor. Üç saat kadar uzun bir filmde, şu sahne olmasa, şu fazla diyebileceğimiz yerler yok. Zaman atlamaları ve Hicran’ın başka versiyonları da bana iyi geldi.
Filmin sonu; Hicran ve Rıza’nın arabanın içinde tünele girmeleri ve orada kapanış, benim için Hicran kendi tercihiyle seçtiği Rıza’dan da kopacak duygusunu güncelledi. Hiçbir yerde olmak istemeyen ve içinde ne yaşadığını çok da bilemediğimiz Hicran sanki başka bir yolculuğa da çıkmak istiyor.
İlk bir buçuk saatte film tüm dramatikliğiyle akarken birinin ağlaması gereken noktada, bu ağlaması gereken kişi seyirci olmadı. Hicran bizi diyardan diyara salan savruluşuyla ağladı. Hicran’ın hıçkıra hıçkıra ağlaması bana, kendine ağlamanın zorluğu üzerine, kadın olarak en gerçek tavrının gözyaşı olması üzerine biraz düşündürdü. Hicran bir nevi hayatı için ağlarken aslında biz de şahit olduğumuz drama gözyaşı bırakmak istedik. Hicran güçlü bir kadın mı tam bir şey söylemek güç. Ama kırsalda yaşayıp kendi hayatına kendi yön verme isteği baki. Filmin bir yerinde annesini sevmeme gerekçesi olarak onu çok pısırık bulmasını ifade ediyor. Filmde de Hicran kadar güçlü bir kadın figür yok. Annesiyle oturup Kader’i izledikleri sahne; hem filmin Kader’le olan bağına gönderme hem de bir tür kendi gerçeklerini tartışmaya açma noktası.
Bu filmde yine farklı olarak Rıza’nın dedesinin dindar bir insan olması ama aynı zamanda merhamet dolu bir kişi olması, sanırım sinemada dindarlara bakış noktasında da farklı bir şekilde ele alınabilecek bir karakter. Hayatı görmüş tanımış, merhametli bir dede.
Kent, kırsal, insan ve hikayesi Zeki Demirkubuz’da keskin ayrımlardan çok, insanın içindeki neyse, gittiği ve yaşadığı yerde de ona dönüşür, noktasına doğru evriliyor.
Hayat’ın insanları, yaşamdan aldıkları yaralar üzerine kurulu. Çok büyük hayalleri ya da arzuları yok bu insanların. Sevilmek ve günü bitirmek dışında büyük arzulara kapılmıyorlar. Sıradan bir yaşantının, uçları üzerinde geziniyor yönetmen. Sıradan olanın, bizi taşıdığı nokta. Her karakter kendine sıkışıp kalmış ve kendi üzerine bir şeyler söylemek derdinde. Filmden çıkıp yanımıza otursalar şaşırmayacağımız insanlar. Bunlar ve daha fazlası için Hayat’ı izlemeniz gerekir diye düşünüyorum.
SAYIKLAMALAR İKİ
SAYIKLAMAR İKİ En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınını...

-
İslami camiada “sinema bir şenlik” midir? İslami camianın en bilinen iş adamları derneği olan MÜSİAD’dan dikkate değer bir o kadar da şaş...
-
SAYIKLAMALAR Köydeyim, İstanbul’dan bir hayli uzak bir köy burası. Karadeniz köylerine en azından fotoğraflardan aşinasınızdır. Muhteşem...
-
SAYIKLAMAR İKİ En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınını...