SAYIKLAMALAR VE KURŞUNLAR
Türkiye’de ortalama işsizlik oranı yüzde 10’larda, kadın işsizlik oranı erkelere göre biraz daha yüksek. 16 yılı aşkın çalışma hayatımda; üç dört kere işsiz kaldım, ortalama altı ya da sekiz ay içinde yeni iş sahibi oldum. Bu süreçlerde, bakmakla yükümlü olduğum bir ailem olmadı. Ama maddi gelirim işsiz kaldığımda düştüğü için bunun zorluklarını yaşadım. Kendi adıma; tiyatro, sinema, konser gibi etkinliklere gitmeyi seviyorum. Sergi gezmek ve çeşitli söyleşi programları da buna dahil. İşsiz olduğum dönemlerde kültür faaliyetlerine ayırdığım zamandan kısmam gerekiyor. Çünkü bunların bir maliyeti var. Burada birkaç konuya değinmek istiyorum. Kültür etkinlikleri çok maliyetli değil, ortalama birçok faaliyet bulabilirisiniz. Ama bunların alıcısının öğrenciler olması gerektiğini varsaydığımızda, pahalı kaçıyor. Okuyan birçok genç aile desteğiyle hayatta, ortalama geçim maliyetleri de belli, bu çocukların kültüre zaman ayırmasının bir maliyeti var. Ve maalesef en büyük sınıfsal farklardan biri de burada ortaya çıkıyor. Gençler sadece hayatta kalabilecek kadar maddi imkanlara sahip, kültürel etkinlikler ektraya giriyor. Halbuki, gençliğin şekillenmesinde en önemli rolü kültür oynuyor. Kurumların zaman zaman öğrenci indirimleri oluyor ama bunlar yetersiz diye düşünüyorum. Devlet politikası olmalı, gençlere haftada birkaç kez gidebilecekleri ücretsiz etkinlik tanımlanmalı. İkinci aşama sinemaya gitmek ya da tiyatroya gitmek tek başına bir eylem değil. Çünkü sokağa açılıyorsunuz. Sokak yeni ilişki biçimlerine açık olduğu kadar, sizi tanımlayan, topluma aidiyetimizi belirleyen bir başlangıç noktası. Burada oluşturduğunuz ilişkiler ülkenizin kaderinde bireysel ve toplumsal olarak söz söyleme hakkını da size tanımlayan bir gerçek. Yolunuzun sokağa çıkması ve topluma karışmanız da, küçümsenecek bir eylem değil.
....................
Peki gelelim bir diğer konuya; edebiyatçılar ya da sanatçılar hep fakir mi olmalıdır. Cumhuriyet tarihi boyunca baktığımızda durum pek de iç açıcı değil. İkinci Yeni’den günümüze şaire biçilen rol, fakirlik. Sanki fakir kişi daha üretken olur algısı bile var. Böyle mi olmalı peki. Bir şairin ya da yazarın denize manzarası olan bir evde oturup, altına iyi bir araba çekecek maddi imkanı olmamalı mı? Yahya Kemal, Tevfik Fikret, Lale Müldür, Orhan Pamuk aklıma ilk gelen zengin edebiyatçılarımız. Sahi iddia edildiği gibi maddi imkanların bolluğu üretimi kısıtlıyor mu? Ben buna katılmıyorum. Kişi kendini düşünsel hayata adayıp maddi imkanları reddedebilir. Sezai Karakoç bunun en bilindik örneğidir. Hayatı boyunca çok iyi imkanlara sahip olabilecekken kendini düşünsel hayata adamış büyük bir yoksulluk içinde yaşamıştır. Son yılları biraz daha müreffeh geçmiştir. Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkün. Orhan Veli, şiirde devrim yaparken yoksulluk çekmiştir. Bugün ise bizlerin hayatına baktığımızda; hepimizin iyi kötü işleri var. Belirli bir maddi refahın sonucuyuz. Eğer atadan deden zengin değilsek, kimimiz iyi kazanıyoruz, kimimiz kötü. Bunlar peki edebi değerimizi de belirleyen şeyler mi? İyi bir liseden ve üniversiteden mezun değilsek, iyi işlerimiz yoksa, üretimimiz de kesik mi olur sorusu bende bir karşılığı olan gerçeklik değil. Bu şekilde artıları bulunmayanlar da iyi üretimler yapabilir. Ancak tam tersi de mümkün, tüm iyi şartlara sahip olduğu halde vasat üretimleri olanları da görmek mümkün. Edebiyat ve fakirlik, çok ekmeği yenen bir konu, hatta gizliden gizliye zenginse ters bakılıyor o kişiye. Ama gerçek şu ki; maddi durumumuz üretimde belirleyici etki oluşturmaz. Yüz yıllar önce Virginia Woolf Kendine Ait Bir Oda’da da bunları tartışıyor. Kadınlar maddi güçten mahrum bırakıldığı için kendilerine ait bir oda kurmaları güç yargısı var, bir yere kadar haklı ama bugün kadınlarımızın en azından bir kısmı kendine ait bir odaya sahip ama kendine ait bir sanatları var mı belki artık bunu tartışmak gerekiyor. Şimdilik bu da böyle.
.........................
Show Tv’de yayınlanan Kızılcık Şerbeti diye bir dizi var. Uzun yıllardır Türk dizlerini izlemiyorum. Ama sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla bu dizi sürekli olay oluyor. Muhafazakar ve seküler aile mitlerini işliyormuş dizi. İzleyeni de çok. Zaman zaman üzerine yazılar da yazılıyor. Sürekli eleştiriler alıyor falan. Neyse benim dokunmak istediğim yer, dizinin senaristi Merve Göntem bir programda şöyle bir açıklama yapıyor. Genç kızlar “daha iyi bir hayat” yaşamak için para karşılığı seks işçiliği yapıyor diyor. Özellikle yurt dışına gidip yaşamak için yapıyorlarmış bunu. Bunun gurur verici bir olay olduğundan bahsediyor. Sahi bu gurur verici bir olay mı? Eskiden Yeşilçam filmlerinde olurdu, kadınlar büyük şehirlerde tutunabilmek için “kötü” yola düşerdi. Yeni versiyonu çıkmış yurt dışına gitmek için. Olay gerçekten vahim ama bunu tüm boyutlarıyla düşünmek gerek miyor mu? Bu kızları bu hayata iten yoksulluk hiç suçlu değil mi, aile ve toplum hiç suçlu değil mi? Bu kızlar neden kaçıyor. Öncelikle aileden kaçıyor, ailede kim bilir nasıl bir dramın parçası, sonra toplumdan kaçıyor, kim bilir hayatta kalmak için nelerden vazgeçmeli, sonra ekonomik zorluklardan kaçıyor. En kolay para kazanma yolu olarak kendini satmayı bulmak. Emeğin hiçbir değerinin olmaması peki, konuşulması gerek miyor mu? Kayıtlı bilgilere göre Türkiye’de 150 bin kadın seks işçisi var. Bunlar kayıtlı olan peki olmayan. Durum iyice vahim değil mi? Siyasetçilerin, dernek ve vakıfların, sivil toplumun şapkasını önüne koyup düşünmesi gerek miyor mu? Neresinden baksak, büyük bir dram. En nihayetinde kişinin bedeni ve kişinin kararı gibi ütopik yaklaşabiliriz ama bunun bize söylediği hiçbir toplumsal norm yok mu? Bu yoksulluğu yaratanların hiç suçu yok mu? “Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir, Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.” diyen adam haksız mı?