SAYIKLAMAR İKİ
En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınınızı kaybettiğinizde bilirsiniz önce anılar nükseder, sonra büyük bir boşluk zamanla onun yerini özlem alır. Ama ne çare, gitmiştir, gidecek olan kalmıştır kalacak olan. Teorik olarak ölüm üzerine çok düşünüyorum, bu beni insana daha yakın kılıyor. Daha anlayışlı ve biraz da merhamet dolu yapıyor. Halbuki hayatın doğası acımasız. İyidir ölüm üzerine düşünmek, kendinizde bulduğunu anlamı artırır, hiç olma anlamıdır bu. Koca bir hiçsinizdir hayat karşısında. Bir gün anasızın her şeyi bırakıp gitmiş olma duygusu üzerine düşünmek güçlü bir etki bırakır sizde. Şimdi benden geriye ne kalacak duygusu. Halbuki hiçbir şey kalmayacak. Birkaç anı ve geride bıraktığınız metinler dışında. Ölümü çok düşünmek bende hayata dair negatif olmayı beraberinde getirmiyor tam aksine neşemi yerine getiriyor. Geçiciyiz ve öleceğiz duygusu. İyidir bir boşlukla söyleşmek belki de, iyidir düşünüp yeni anlamlar keşfetmek. Burada belki Bergman’ın Yedinci Mührü izlenmeli. Bir cenazeden dönüş nasıl olur peki, birini büyük bir boşluğa terk etmek. Şimdi ne olacak sorusu, şimdi kalanlar ne yapacak sorusu. Şimdi hayat her zamanki ritminde akacak mı sorusu. Yakın zamanda amcamı kaybettim, bunlar daha fazlası zihnimde dönüp duruyor.
.........................
Şehre dönüş sizde nasıl bir duygudur? Ben nereye gitsem İstanbul’a dönüşü kutsuyorum. İstanbul şehir çünkü. “Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul, Görmedim gezmediğim sevmediğim hiçbir yer, Ömrüm oldukca gönül tahtıma keyfince kurul, Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” diyordu Yahya Kemal. Bir şehir ki böyle kutsal, böyle aziz olabilir. Sevmez misiniz sürprizli sokaklarını, denizini, caddelerini. Bu şehrin içinde yaşamak belki zor ama güzel. Çocukken amcamlar köye gelirdi, İstanbul’dan geldiklerini biliyordum. Sonra ben bir oyun oynamaya başlamıştım, karşı tepelere bakıp, İstanbul hangi tepenin ardında diye kendimce tahminler yapıyordum. Uzak bir tepe belirlemiştim İstanbul o tepenin ardındaydı. Sonra gördüm evet İstanbul tamda oyunumdaki gibi o tepenin ardında. Bir şehri sevmek biraz da onu yaşamaktır, yaşayamadığımız yerlere karşı aidiyetimiz oluşmaz. Bugün belki binlerce insan ekonomik nedenlerden dolayı bu şehrin imkanlarından yararlanamıyor. Şehrin romantizmini yaparken bunları da aklımın bir köşesine iyice yazıyorum tabi. Sınıflar ve sınırlar, metropollerde daha kesin.
...............................
Az önce Olso 31 Ağustos izledim. Tanrım bu adam çok melankolik. Kısaca uyuşturucu bağımlısı tedavi görüyor, kurtulmak için, bu sırada da hayatın içinde debelenip duruyor. Yetenekli ve zeki. Unutamadığı bir aşkı var. Melankoli büyük hastalık, iyileşmek mi, kim ister ki, iyileşmek. Donuk bir surat, kasvetli havalar, ruh halini yansıtan anlar. Hani Edip Cansever diyordu ya; “Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan, Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları, Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum”. Anders tam böyle bir tip. Varoluş krizinde. Halbuki yetiştirilme tarzı olarak da bir yarası yok. İyi bir ailesi var. Sahi neden böyle olur, Tanrı bazı kullarına duygularının sorumluluğunu taşıması konusunda neden daha cömert davranır. Filmin sonu da karamsar, fotoğraf kareleriyle biraz kırılıyor karamsarlık ama Anders yine bataklığa dönüyor. Tutunacak bir şeyi de yoktu gerçi, ama adım da atmıyordu. Büyük sıkışma. Ruhu tanıdık geliyor. Bir pazar günü için izlenmesi tavsiye edilmeyecek bir film. Ama Anders, bir pazar günü, günbatımında Oslo’da araba sürüşünü hatırlıyor. Böyle depresif işlere meraklıysanız mutlaka izleyin derim.
....................
Öyle aklımda birkaç not vardı, düşmek istedim.