İslami camiada
“sinema bir şenlik” midir?
“sinema bir şenlik” midir?
İslami camianın en bilinen iş adamları derneği olan MÜSİAD’dan dikkate değer bir o kadar da şaşırtıcı bir hamle geldi. MÜSİAD ilki bu sene olmak üzere Altın Çark Uluslararası Kısa Film Festivali düzenledi. Devamının nasıl geleceği merak konusuyken, bu festivale giden sürece dair düşünmek istiyorum. Aslında belki de hikaye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2017 yılında yaptığı bir konuşmada gizli. Siyasette iktidar olduk ama sosyal hayatta ve kültür de iktidar olamadık dedi. Sahi kültür de iktidar nasıl olunuyor. Türkiye’nin yüz yıllık Cumhuriyet deneyiminde seküler kesim, neredeyse yüz yıldır çağın icatlarıyla ilgilenir durumda. Yedinci Sanat olarak gördüğümüz sinema da öncelikle seküler camiada ortaya çıktı. Aslında Lumiere Kardeşler’in sinemanın icadıyla başlayan yolculuğu çok erken vakitlerde Osmanlı’ya da uğradı, fakat sadece sarayda gösterim olarak yer aldı.
İslami camia Türkiye’de, cumhuriyetle yaşadığı kırılma sonrasında sanatla bağ kurma işini 1960’lara bıraktı. Köyden göç eden dindar çocuklar şehirde yeni bir hayat kurarken, bu hayatın temel ihtiyacı olan kültür üretmeye mesafeli oldular. Çünkü Batı şeytan ve onun ürettikleri de gayri İslamiydi. Osman Seden gibi isimler vardı ortalıkta ama bizim “İslamcı” dediğimiz tarzda sinema düşünmeye başlayan kişi Yücel Çakmaklı. Özellikle 1970’lerde yoğun olarak filmler çeken Çakmaklı, içinde bulunduğu durumu Milli Sinema olarak adlandırır. Gerçi daha sonraki dönemde ortaya çıkan Erbakan hareketi de milli ismini sıklıkla görürüz. Bunun böyle olmasının altında, dini terimlerin kullanılmasının yasak olması da söz konusu. Yücel Çakmaklı’nın açtığı yolu; Mesut Uçan ve Nazif Tunç gibi isimler günümüzde de devam ettiriyor. Fakat çağ bir hayli değişti, artık bu filmlerin İslami camiada da alıcısı yok. İslami kesimin yıllar içinde şehirleşmesi, beraberinde zevklerinde de estetik duyarlılığı artırmasına sebep oldu. İslami kesimin genç kadınları artık, operaya da gidiyor, konsere de gidiyor. Erkekler için de durum pek farklı değil. Ama bu belki sosyolojik açıdan incelenmesi gereken ayrı bir konu. Sinemaya gelince; eski yöntemler çözüm olmuyor, yeni bir dil arayışı var. Bu dil arayışı etrafında çok yeni yönetmenler de piyasaya çıktı. Ama kendilerini gösterebilecekleri bir festivalleri yok düşüncesi hakimdi.
Bununla birlikte; Boğaziçi Film Festivali, Dostluk Film Festivali, Esenler Sinema Günleri, Alemlere Rahmet Kısa Film Festivali gibi, detaylı bakıldığında birden fazla organizasyonlar yapılmaya başlandı. Bu yol islami kesimi “kültürel iktidar”a taşıyacak mı zaman gösterecek. Buralarda üretilen filmler ne kadar gerçekçi olacak ya da “islami” sinema diye bir şey ortaya çıkacak mı, bunu da zaman gösterecek. Altın Portakal’da ödül alan Gülizar özellikle başörtülü bir kadın olması burada önemli. Yine çok konuşulan Gassal dizisi. Bunun da senaristinin başörtülü bir kadın olması önemli. İslami camia sinemada bir atılım yapabilir mi? Bunu etraflıca düşünürsek, şartlar müsait. Artık para ve imkanlara daha kolay ulaştığımızı var saydığımız bir dönemdeyiz. Ama sinema teorisi üzerine ne kadar düşünülüyor, bu tartışılır. Herkes film çekme derdinde. Ama mesele sadece bir hikaye anlatıp geçmek mi, estetik bir zevk meselesi mi? Takip edebildiğim kadarıyla bu yapımlar, doğa, tarih, insan hikayeleri gibi gerçeklerle dolu. Bu hikayeler elbette kıymetli ama asıl hikayeyi kim anlatacak. 20 yıllık bir iktidar etrafında, hiç mi ötekileşen yok, hiç mi açlık, yoksulluk yok, hiç mi travmatize olmuş hayatlar yok. Bunları göremiyoruz yapımlarda. Bunlara dair konulara girmek biraz tabu oluyor. Bence eğer İslami camianın tam anlamıyla bir sineması olacaksa, bunun yolu, eleştirel dilden geçecek. Kol kırılır, yen içinde kalır anlayışı bir şey ifade etmiyor. Ya da körler, sağırlar birbirini ağrılar anlayışı da bir şey ifade etmiyor. Eğer tam anlamıyla bir sinema şenliği ortaya çıkacaksa, islami kesimde bir de geçmiş kadim hikayelerin çağımızda yeniden yorumu olmalı. Eleştiri ve geçmişe sahih bir bakış olmadığı sürece; İslami camianın üreteceği sinemanın da bu ülkeye bir hayrı olmayacak. Sadece bir süre avuntu içinde gelip geçecek. Eleştiri zaten biraz tabu gibi anlaşılıyor. Halbuki yapıcı eleştiri geliştirir, varlık zıddıyla kaimdir sözü gibi, başka hikayeye bakmak sizin kendinize güvendiğiniz anlamına gelir. İktidarın günahlarının da bir sinema dili olması, bu ülke için kaçınılmaz son olur diye düşünüyorum. Seküler camiada bunların yapıldığını iddia edebilirsiniz ama kendi içinizde bir tartışma ve karşıt fikir üretme, gözünüzü gerçekten toplumun yaşam alanındaki sorunlara çevirmediğiniz sürece de yıllarca melodramlar çekip durursunuz diyorum. Bu kadar imkan, bu kadar bakış, sıradan hikayeler anlatmakla harcanmamalı. Günün sonunda; bu ülkede milyonlarca insanın yaşadığı açlık var.
Eğer bu görülmeyecekse, “müslümanca sinema” yapmanın da bir önemi yok diye düşünüyorum. Günün sonunda, MÜSİAD’ın böyle bir girişimini olumlu buluyorum. Ama teorisiz ve halktan kopuk sadece festivallerde dostların bulunduğu ortamı da sağlıklı bulmuyorum. Biz Hak üzerine düşünürken, halk üzerine düşünürüz aslında, teoride bunların birbirinden kopuk olduğunu düşünmüyorum. Bu çabaları anlamlı bulmakla birlikte, yetersiz ve eksik görüyorum. Elbette bu dönem gelecek “müslüman” sinemacılar üzerinde bir etki bırakacaktır fakat, bunun bir sanata dönüşmesi ise; uzun yıllar emek isteyen bir uğraş. Müslümaca bakışın içinde halk ve adalet yoksa, bu bakış, geleceğe bir şey bırakmayacaktır. Bir dönem paramız vardı, eğlendik, demek dışında da bir önemi olmayacaktır. Bakış her şeydir, buradan başlayarak vizöre yanaşmak da belki anahtar olabilir.