30 Aralık 2023 Cumartesi

Hayat filmi: Gönül Hicran’la doldu


Zeki Demirkubuz'un Hayat filmi üzerine yazdığım yazı; edebiyatburada.com'da yayınlandı.

Hayat filmi: Gönül Hicran’la doldu


Zeki Demirkubuz’un insanlarını daha hayatın içinden buluyorum. Saplantılarıyla, açmazlarıyla, kendine has sınıflarıyla daha hayatın içinden ve insana daha yakın kişiler. Bir aşkın uğruna hayatını adayan Bekir.. Bunu yaşamanın başka bir formu yok ve başka bir yaşam mümkün değil noktasında yaşamak. Aşkı daha kendine has ve içinden çıkılmaz bir saplantı olarak görmek. Bir insanın birinin uğruna neleri verebileceği ve biri uğruna nelerden vaz geçebileceği noktaya geleceğini göstermek.
Daha sıradan ve hayatın içinden dediğim nokta; Zeki Demirkubuz filminden çıktıktan sonra gözünüzde öyle biri canlanır. Bu hikayeyi yaşayan birini tanıyorum, biri anlatmıştı böyle bir hikayeyi noktasına hemen ulaşırsınız.
Bu yazıda biraz son filmi Hayat’a yakından bakmak istiyorum. Hicran babasından şiddet gören ve istemediği bir erkekle evlenmek üzereyken evi terk eder. İstanbul’a kaçar, burası biraz Yeşilçam’ı andırıyor. Fakat dediğim gibi çocukluk arkadaşım Ayşe, kendinden yaşça büyük bir adama 17 yaşındayken kaçmıştı. Ordu’dan, Sakarya’ya. Yeşilçam dediğimiz şey de hayatın içinden bir nokta. Yalnız Hicran’ın içindeki tatmin olmama duygusu; her şeyi ve herkesi geride bırakıp kaçma isteği; içinde söndüremediği o ateş. Kaçmak gitmek ve hiç tanımadığı yerlerde kendine yeni bir hayat edinme duygusu, sanki hiç geçmeyecek ve ömür boyu yakasını bırakmayan beynine yerleşmiş bir ur gibi onu takip edecek.
Hicran eve döndüğünde artık onu yaşça büyük ve dul biriyle (Cem Davran) evlendirirler. Hicran yine aradığı hayatı bulamaz ve bir gün çekip gitme duygusu orada, onda hep yaşar. En son Rıza ile kendine yeni bir hayat seçmesi üzerine düşünebiliriz. Rıza da sıradan bir karakter, yıllarca dedesiyle ekmek fırınında çalışmış ve dedesinin has çocuğu. Rıza’nın sanki duyguları yok gibidir. Rıza, ekmek fırını ile bir grup arkadaşı arasında sıradan bir hayat sürmektedir. Ta ki, Hicran’a rastlayana kadar. Rıza, Hicran’ı bulup uğruna cinayet işleyecek kadar gururlu davranması, Hicran’ın babasının bunu affedememesi, dedesinin torununa şefkatle ve bilgece yaklaşımı, hepsi bize şöyle kafamızı kaldırdığımızda tanıdık geliyor. Çocukluk arkadaşım Ayşe de, kaçtığı yerde bir çocuk yapıp sonra dul ve çocuklu bir adamla evlendirilmek zorunda kalmıştı. Babası Mehmet amca, bu sıkıntıları kaldıramayıp kalp krizinden vefat etti.
Hayat filmi aynı zamanda Zeki Demirkubuz’un ustalık işi olarak duruyor. Üç saat kadar uzun bir filmde, şu sahne olmasa, şu fazla diyebileceğimiz yerler yok. Zaman atlamaları ve Hicran’ın başka versiyonları da bana iyi geldi.
Filmin sonu; Hicran ve Rıza’nın arabanın içinde tünele girmeleri ve orada kapanış, benim için Hicran kendi tercihiyle seçtiği Rıza’dan da kopacak duygusunu güncelledi. Hiçbir yerde olmak istemeyen ve içinde ne yaşadığını çok da bilemediğimiz Hicran sanki başka bir yolculuğa da çıkmak istiyor.
İlk bir buçuk saatte film tüm dramatikliğiyle akarken birinin ağlaması gereken noktada, bu ağlaması gereken kişi seyirci olmadı. Hicran bizi diyardan diyara salan savruluşuyla ağladı. Hicran’ın hıçkıra hıçkıra ağlaması bana, kendine ağlamanın zorluğu üzerine, kadın olarak en gerçek tavrının gözyaşı olması üzerine biraz düşündürdü. Hicran bir nevi hayatı için ağlarken aslında biz de şahit olduğumuz drama gözyaşı bırakmak istedik. Hicran güçlü bir kadın mı tam bir şey söylemek güç. Ama kırsalda yaşayıp kendi hayatına kendi yön verme isteği baki. Filmin bir yerinde annesini sevmeme gerekçesi olarak onu çok pısırık bulmasını ifade ediyor. Filmde de Hicran kadar güçlü bir kadın figür yok. Annesiyle oturup Kader’i izledikleri sahne; hem filmin Kader’le olan bağına gönderme hem de bir tür kendi gerçeklerini tartışmaya açma noktası.
Bu filmde yine farklı olarak Rıza’nın dedesinin dindar bir insan olması ama aynı zamanda merhamet dolu bir kişi olması, sanırım sinemada dindarlara bakış noktasında da farklı bir şekilde ele alınabilecek bir karakter. Hayatı görmüş tanımış, merhametli bir dede.
Kent, kırsal, insan ve hikayesi Zeki Demirkubuz’da keskin ayrımlardan çok, insanın içindeki neyse, gittiği ve yaşadığı yerde de ona dönüşür, noktasına doğru evriliyor.
Hayat’ın insanları, yaşamdan aldıkları yaralar üzerine kurulu. Çok büyük hayalleri ya da arzuları yok bu insanların. Sevilmek ve günü bitirmek dışında büyük arzulara kapılmıyorlar. Sıradan bir yaşantının, uçları üzerinde geziniyor yönetmen. Sıradan olanın, bizi taşıdığı nokta. Her karakter kendine sıkışıp kalmış ve kendi üzerine bir şeyler söylemek derdinde. Filmden çıkıp yanımıza otursalar şaşırmayacağımız insanlar. Bunlar ve daha fazlası için Hayat’ı izlemeniz gerekir diye düşünüyorum.


17 Aralık 2023 Pazar

BİRAZ YOSUNLU BİRAZ HIŞIRTILI YAZ -şiir


online şiir platformu grungeda yayınlanan şiirim. 




BİRAZ YOSUNLU BİRAZ HIŞIRTILI YAZ 




ağaçların tuttuğu yosun mudur hayat 

bir ağaca denk gelmek
bir çiçeğe ve biraz suya
otomobillerin tekerlerinde arıyoruz
fazla heveslendiğimiz fren sesleri
bir yol bizi başka bir yola götürüyor
bir ses dağda yankılandıktan sonra
kulağa eğiliyor
ne yapıyoruz hayatın burasında
ormanda sıkışıp kalmış bir tilki gibi
uluyoruz yarın için
ayakkabılarımız var, iyi markalardan
sevdiklerimiz de iyi bu arada
ağaçların kovuğunda
bir el uzantısı gibi kurumuş gövde
yaş alıyoruz, doğum günü partileriyle
popüler oluyoruz, kendimize ait arzularla
bir şairde ya da bir filmde görmüştüm diyor iç ses
özgürlük; ağaçtı, ormandı
dallara tutunuyoruz, güçlü ve gövdeye
çakılı dallara
mevsim yaz, iyi meyveler var
karpuz, kiraz, incir, çilek
ağaçlara daha sıkı tutunuyoruz
içimiz orman serinliği
birini sevdikçe çıldırıyoruz
otomobil lastikleri fazla duygusal
bir yerden, bir renkten, bir yoldan
bir çiçekten, bir kediden, bir elmadan
üzerinize düşeni aldık
kalbimize geleni sevdik
yosun tutmuş ağaçlardan geliyorum
bir halkın kaderi nasırlaşmış eller gibi olan
sevmekten de geldim
yapraklar çiseli, sis dibinde evin
sevmekten çok geldim
ağaç gölgesinde bir yaprak gibi
şimdi düşlüyorum
geceye kalmamış
bir yıldız gibi
dolunayı konuşturmak istedim
gölge saldığı karanlık aydınlanırken
evlere ağladım biraz
içinde bir insan bir çocuk olan
uzattım eli gökyüzüne
bir yel estikçe gürleşen
bir yerde kalp içinde
kımıldadıkça ağaca sarılan

11 Aralık 2023 Pazartesi

Burası Cennet Olmalı filmi üzerine

 
online ve matbu olarak çıkan Litros Sanat gazetesinde yayınlanan yazım. 



Filistin “cennet”ini ararken
 
Filistin tarih boyunca insanlığı etkilemiş bir bölge. Gidip gördüğünüzde ise, orada dinlerin etkisi hâlâ dipdiridir. Özellikle İslam’la ilgili bir çok yaşam geçmişine tanık olursunuz. İsrail’in 1950’lerdeki işgaliyle Filistin uzun zamandır, savaş içinde. İslam dünyası sorarsanız Filistin’i bir dava olarak görür ama gerçekler sadece inançlı hakların birbirine desteğinden öteye gitmez. Bu açıdan mahsun bir coğrafya Filistin…
7 Ekim Aksa Tufanı’yla Filistin’de yeni bir dönem başladı. İsrail, Gazze’yi işgal etti. Yaklaşık bir yadır devam eden savaşta; 10 binden fazla Gazzeli öldü, bunların büyük çoğunluğu çocuk ve kadın, gözümüzün önünde yaşanan bu soykırım karşısında, nutkumuz tutuldu. Günlük rutinimizi bile artık Gazze’den gelen haberler belirlemeye başladı. Eylem yapıyoruz, sosyal medyayı aktif kullanıyoruz, boykot yapıyoruz fakat İsrail durmuyor. Savaşın daha ne kadar süreceğinden habersiz, acının tarafı olarak yaşamaya devam ediyoruz.
Bununla birlikte, Türkiye’nin de sıcak kalbidir Filistin, üzerine çok söz söylenir. Şiirlere şarkılara konu olur. Ama hiçbir uzak etki Filistin’i bir Filistinlinin gözleriyle görmek gibi değildir. Geçtiğimiz günlerde bir film izledim, Rum Ortodoks asıllı yönetmen Elia Suleiman, Filistin üzerine ironik bir dille düşünüyor. Burası Cennet Olmalı, bir ayinle açılıyor. Ayinde açılmayan kapı sonrası gelişenlere kahkaha atmaktan başka seçeneğiniz kalmıyor.
Filmin başrol oyuncusu da Elia Suleiman’nın kendisi, Suleiman filmde çok az konuşuyor, daha çok gözlemci. Her şey onun gözünün önünde oluyor, o sadece izleyip geçiyor. Filmde tercih edilen bu yöntem Filistin’nin kaderiyle de eşdeğer. Filistin’de yaşanan insani dram dünyanın gözünün önünde oluyor. Ama çoğumuz izleyip geçiyoruz bu gerçeği. Yapılan savaş gerçek değil gibi, atılan kurşunlar, bombalar bir insana isabet etmiyor gibi bakıyoruz Filistin’e… Suleiman’nın bu sessiz duruşu da temelde bir ironiyi barındırsa da dünyanın Filistin karşısında aldığı tutuma uygun. Suleiman’nın başından geçenler dramatik değil, savaş sahnesi kurşun izi görmüyoruz. Hatta çoğu zaman gülümsüyoruz ama farklı bir şekilde de Filistin üzerine düşündürüyor bizi. Kendisinden izin almadan bahçesindeki limonu toplayan komşusu belki İsrail’dir.
Ama hikâye bununla da bitmiyor. Suleiman Filistin dışına çıkıyor, Paris’e, New York’a, Doha’ya gidiyor. Gittiği yerlerde de gördüğü manzara aynı. Paris’te bir kafede oturup, etrafı seyrederken polisler yine orada. Avrupa’nın da güvenlik güçlerinin kıskacında olduğu bilgisi var. Ayrıca, Doğulu bakışı denen biraz da eleştirilecek bir bakış açısı var. Bir Doğulu Batı’ya gittiğinde önce çıplaklıktan etkilenir demek istiyor. Bu bakış açısının ne kadar haklı olduğunu herkes kendi durduğu yerden cevaplayabilir. Çünkü kafede uzun bir zaman geçirmesi ve Batı’ya dair gördüğü tek şeyin; güzel kadın vücudu olduğu gerçeği.
Bu belki de Doğu’yu ve Batı’yı anlayış şeklimize de bir göndermedir. Doğulular, Batı’da kadının görsel bir malzeme olduğuna inanırlar, kendilerine göre kadının değeri bu değildir. Ama Batı’ya gittiklerinde de çıplak kadına bakarlar. New York’ta sokağa çıktığında bir an herkesi üzerinde silah taşırken görüyor. Sanki Filistin bu haldeyse sorumlusu üzerinde taşıdığınız silahlar der gibi. Bindiği taksicinin hangi ülkeden olduğunu sorduğunda Filistin diye cevap vermesi, taksicinin buna çok sevinmesi ardından ondan para almaması ve Yaser Arafat’ı kastederek “yaşasın karafat” demesi, Filistin hakkında dünyanın ne kadar az şey bildiğinin bir göstergesi gibi.
Filmde Amerikalı bir yapımcıyla tanışırken Ortadoğu barışı üzerine ironik bir film çekeceğini söylüyor. Amerikalı da gerçekten komikmiş diyor. Şu an ki mevcut Ortadoğu’yu düşündüğümüzde de bir barıştan söz edilmesi fazlaca hayal ürünü gibi. Çoğu Arap liderlerin Amerika’ya bağlılığını düşünürsek, kardeşlik barış gibi temaları bir avuç halkın kullandığı gerçeği aşikar. Kendinden başlayarak dünyayı gezen adamın “cennet” beklentisi nereye düşüyor? Bunu uzun uzun düşünebiliriz. Doğu’nun yöneticilerinin ve bazı gruplarının cennet diyarı Batı olabilir. Ama Süleyman Batı’da bir cennet bulamamış biri. Belki herkes birbirine benziyor ve bu benzeyişin cennet olacak bir tarafı yok.
Film ayrıca dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yaptı ve Altın Palmiye için yarıştığı yarışmadan Özel Mansiyon Ödülü aldı.
Filmin müzikleri de tanıdık ve hoş. Belki bu yazı Mahmud Derviş’in Filistin üzerine yazdığı bir şiiriyle sona ermeyi hak ediyor.
Gözleriyle Filistin,
kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle Filistin,
adıyla sanıyla Filistin.
Düşlerin Filistin’i ve acıların,
ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin’i,
sözcüklerin ve sessizliğin Filistin’i
ve çığlıkların.
Ölümün ve doğumun Filistin’i,
taşıdım seni eski defterlerimde
şiirlerimin ateşi gibi.
Kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde.
Koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra,
inlettim senin adına koyakları.
Film bağlamında son söz söylemek istersek; acı orada doğal hayatın bir parçası, dünya ise o dünyaya sağır ve kör. Biz sadece görmek istediğimiz kadar Filistin’i gündem yapıyoruz hayatımıza ama yılları bulan İsrail işgali; orada hala diri ve canlı. Belki Elia Suleiman’ın yaptığı gibi bu acı üzerine susulmalı. Bir avuç Filistin her zaman işgal edilirken biz sesimizi yetkililere duyuramıyoruz. Her zaman işgal, kan, gözyaşı. Biz belki de; müslüman halklar olarak, Filistin’in yalnız bırakılması ve kaderine terk edilmesinde üç maymunu oynuyoruz. Yıllarca belirli periyotlarda işgal edilen Filistin hiçbir zaman gerçek gündem maddemiz olmuyor. Fakat son yaşanan Gazze saldırısından sonra ümit dolmak istiyoruz. Nehirden denize özgür Filistin hayal etmek istiyoruz. Ve oranın şanlı direnişçilerin sözcüsü, şiir gibi konuşan Ebu Ubeyde’ye selam göndermek istiyorum. Karadan, denizden ve havadan gelsinler, bir Filistin vardı, bir Filistin var olmaya hep devam edecek.  

İnşallah Erkek Olur filmi üzerine


online edebiyat platformu; edebiyatburada.com'da yayınlanan film incelmesi yazım. 

İnşallah Erkek Olur da, kadın olma
zorluğunu yaşamak zorunda kalmaz
 
Ataerkil toplumlarda kadın olmanın en zor yanlarından biri; haklarınızın erkekler tarafından tayin edilmesi ve yönetilmesi. Bu durum aslında seküler hayat tarzında da çok değişiklik gösteren bir olgu değil. Genel olarak biz kadınlar; erkeklerin koyduğu kanunlar etrafında hayata bakmak ve hayatta rol almak zorunluluğuna talibiz. Bunu aşmaya çalışıyoruz, kadınlar olarak haklarımızın daha bilincinde bir dünyayı inşa etmenin yapı taşlarını döşemeye çalışıyoruz. Fakat mücadelemiz de çok eskiye dayanmıyor.
Kadınlar olarak uğradığımız haksızlık sadece coğrafyadan coğrafyaya fark gösteriyor ama temel duygu değişmiyor; ezilen, ötelenen, hakları gasbedilen hep kadınlar. Bu tabloyu tersine çevirmek elbette mümkün ama daha çok mücadele ve daha çok çaba gerektiriyor.
Kadın olarak var olmak, bu çağda; kimin karısı olduğunuz, hangi erkeğin kardeşi olduğunuz, hangi patronla birlikte çalıştığınıza bağlı olarak, boyut değiştiriyor. Anne olmak, kutsal kadın sayılmak da bazı noktalarda yetmiyor. Eşitsizlik hayatın doğal kanunu gibi kendini ortaya koymaya devam ediyor.
Bütün bu sorunlara yakından bakabileceğimiz, çok da bize uzak olmayan bir coğrafyanın, Ürdün’ün Oscar adayı bir filmden söz etmek istiyorum. İnşallah Erkek Olur filmi. Adıyla müsemma erkek olursa; birçok iş kolaylaşacak ve kadın olmanın engellerine takılmayacak.
30’lu yaşlardaki Nawal bir sabah eşini kaybeder ve hikâye başlar. Kız çocuğuyla eşinin olmadığı bir hayata devam etmek zorunda kalan Nawal önce miras paylaşımıyla ilgili sorunla yüzleşir. Eşinin erkek kardeşi Rıfkı, kardeşinden kalan borcu almak ister ve eve ortak olduğunu, evi de üzerine almak istediğini söyler; yasalar karşında, erkek çocuğu bulunmadığı için Nawal bir adım geride kalır.
Nawal’in mücadelesi hem hukuksal olarak hem de; tek başına bir kadın olarak, o noktada başlar. Yasaların ağırlıklı olarak erkekleri koruması ve erkeğe daha fazla hak düşmesi Nawal’in mücadele edeceği sorunlar arasında yer alır.
Nawal yatalak bir kadına baktığı evde yaşayan kadın Lauren de, görece daha seküler olmasına rağmen, kadın olmanın dezavantajına sahip bir hayat sürer. Eşi tarafından aldatıldığı halde, boşanma isteğini annesine kabul ettiremez. Annesi bu hayatı, bekar ve dul olarak yaşamaktansa; bu sorunlu erkeğe boyun eğerek kaderine razı olmasını ister.
Kadın olmak, sorunlarla boğuşmak, dul olmak, evli kadın olmak ya da anne olmak hepsinin iç içe geçtiği hikâyede; birden kendimizi bulabiliyoruz. Hangimiz, boşanma sürecinde olan insanların zorluklarına şahit değil ki, bir de boşanmanın aşağılanan bir gerçek olduğunu var sayarsak, bu tarz toplumlarda. Yine hangimiz, anne olarak hayatta kalmaya çalışan bir kadının, sürekli ataerkil bir sistemde kendini özgür hissettiğine şahit olabiliyoruz ki. Aynı zamanda hukuk önünde de ne kadar eşitiz. Günümüzde hala kadın cinayetlerinden birinci derecede sorumlu yakınları, iyi hal indirimi alabiliyor.
Filmin genel yapısı; Nawal’in sıkışmışlığını bize duyumsatıyor, nefes almaya duyduğu ihtiyacı biz de film boyunca hissediyoruz. Kadın olarak erkeklerin dünyasında var olma ve hakkını arama yolculuğuna eşlik ettiğimizde, bu kadar haksızlık olmamalı, sahiden oluyor mu, sorularını soruyoruz, izlerken.
Dünyanın daha iyi bir yer olmasının önünde duran engel; saki kadınların haklarına biraz daha özgürce kavuşması noktasından geçiyor. Daha iyi bir dünya hayalimizin içinde; kadınların hak ettiği özgürlük alanları yoksa; sanki daha iyi bir dünyamız da olmayacak gerçeğine ulaşıyoruz.
Gerek yasalar önünde, gerek sosyal hayatta gerekse ikili ilişkilerde; kadın olmanın her haline sahip çıkmak ve kadın olmayı anlamlandıran bir geçeğin parçası olmak istiyoruz. Olay Ürdün’de geçiyor ama bir kadınsanız, bu olay size Türkiye’de de tanıdık gelebilir.
Nazım Hikmet’in Kadınlarımız şiirinde geçen kadın imgesiyle bitirmek istiyorum, yüz yılda ne kadar mesafe aldığımızda bize kalsın.
….
Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.

SAYIKLAMALAR İKİ

 SAYIKLAMAR İKİ En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınını...