5 Ekim 2025 Pazar

SAYIKLAMALAR VE BAZI ŞEYLER

 SAYIKLAMALAR VE BAZI ŞEYLER

 


Saatler boyunca, başka saatleri bekleriz diyordu Cioran, sahi haklı değil mi? Ömrümüz bir bekleme odası değil mi? Kendinizi çoğu zaman bir şeyleri beklerken bulmuyor musunuz. Mesela daha iyi bir işi, mesela bir arkadaşı ya da dostu mesela bir aşkı. Birinin dönüşünü, bir şeyleri satın almayı, bir üst aşamaya geçmeyi. Sahi hep beklemiyor muyuz? Beklerken neler yapıyorsunuz peki? Hayatın bu sıkıcı doğasıyla barışık mısınız? Ağlar mısınız mesela, yoksa daha neşeli bir ruh halinde misiniz. Bekliyoruz, toplum olarak da bekliyoruz. İnanlar arasında yaygın bir inanç vardır bir gün bir yerlerden Mehdi çıkıp gelecek ve dünyada kötü giden her şeye müdahale edecek. Sosyalistseniz de durum pek farklı değil bir gün devrim olacak ve yeryüzü değişecek. Beklediğim gün gelsin gelsin hele bir sen beni o zaman gör. İçinde biraz da umut yok mudur beklemenin. O umuda sarılırız çoğu zaman. Ya beklediğime değerse, ya beklediğimden daha güzel olursa, ya tam da hayallerim gibi olursa. O umut denen hınzır şey çoğu zaman bizi günü yaşamaktan da alıkoyar. Daha iyiyi daha yeniyi daha hayallere yakın olanı bekleme ritmi. Sahi beklemenin büyüsüne kapılmadan yaşamak mümkün mü? Bence artık beklemeyenler yaşı iyice ilerlemiş olan yaşlılarımız, sonun yaklaştığını bilenler. Yoksa onlar dışında her yaşta bekleme ve umut duygusu var. Beklemeye devam, umuda devam, hayallere devam. Her şeyin bir gün mükemmel olacağı hayaline devam. Bu biraz da bizi dünyaya ait kılar, kök salmamıza yardımcı olur. Beklerken hayatı ıskalamamak duygusuyla.

................................

Dün Bedrettin Cömert’in Estetik kitabını okudum. Kısa bir kitap, estetik kavramının temel normlarına değiniyor. Estetik üzerine birçok kitap var elbette daha genişçe mevzuya bakanları okumuş olabilirsiniz, ben de okudum. Bu kitap temel kaygılardan yola çıkıyor. Estetik duyulabilir alanda ortaya çıkar diyor. Estetik kavramının “sanat nedir”e verdiğimiz cevaptan sonra ortaya çıkabilecek bir kavram olduğunu vurguluyor, sanat nedire ise, sayısız cevap verilebilir noktasında bir yargısı var. Evet temel bazı metinleri okuduysak, sanat nedire cevap vermek de çok kolay değil. Mesela Tolstoy’un bir kitabı var “Sanat Nedir” diye. Tolstoy da orada milyon tane sanat nedire örnekler veriyor. Sayısız bakış açısına göre sanatı sınıflandırmak mümkün. Ama Tolstoy sanatı ilahi oluş olarak görüyor. Tanrısal olan sanattır noktasına geliyor. Din ve modernizmin yüzyıllar boyu çarpışmasına bakarsak belki de Tolstoy haklı, Tanrısal olan sanat. Elbette günümüzde bilim ve ateist kaygılarla sanata bakmak yaygın yine de “Tanrısal” olanın alanından geçmeden sanattan söz etmek pek mümkün değil gibi. Estetik kitabında Platon ve Sokretes’in güzel kavramı, şair ve sanata bakışları da ele alınıyor, buradan bakınca temel metin. Bin yıllar geçti hala aynı noktadayız galiba. Hangi nokta, Platon’un İon’da şiirin akıl dışı bir etkinlik olduğunu söyleme noktası. Ben buna katılıyorum, şiir hiç de akıl baştayken olabilecek bir eylem ya da oluş değildir. Bir tür delilik bir tür esriklik halidir. Şairlerin de pek normal insan olmaması büyük çoğunluğunun nevrotik olması savımızı doğrular nitelikte. Sonuç itibariyle şair delidir ya da normal değildir yargım yok ama her şairin aklıyla arasında bir takım sorunlar olduğuna dair bilgim var. Bu da böyle.

....................................

 

Geçen hafta Gündüz Apollon Gece Athena’yı izledim. Defne isminde bir yetiştirme yurdunda büyüyen otuzlu yaşlarda bir kadının annesini arama macerasını izliyoruz. Defne hayaletler görüyor, ölmüş insanları bugün yaşarken yanında buluyor. Bunlar antik kentin simgesel isimleri Kirke gibi karakterler olabilirken Cumartesi Anneleri’nin oğlu Hüseyin de olabiliyor. Bu açıdan bu topraklara bakışına dair, bir eleştiri ve politik duruş olarak görünebilir film. Bir kadın baş karakterin etrafında dönmesi, onun macerasını izlememiz erkelerin çok az yer alması da ayrıca anlatıyı özel kılan bir form. Yönetmen Emine Yıldırım, ülkeye dair bazı dertlerinin olduğunu bu sıkışmışlık içinde bu senaryonun doğduğunu söylüyor bir söyleşisinde. Hangimizin buralara dair sorunları yok ki, hangimiz bu ülkeye ait hissetmek için çileli yollardan geçmiyoruz ki; bunun sanat alanına yansımasını anlamlı buluyorum. Temel kaygılara ve yargılara katılmayabiliriz ama buraları dert edinen ve üzerine estetik kaygı barındıran herkesle yolumuz bir noktada kesişiyor. Kaygılara ve ülke üzerine kafa yormaya devam.

...................

 

14 Eylül 2025 Pazar

SAYIKLAMALAR VE KURŞUNLAR

SAYIKLAMALAR VE KURŞUNLAR

  

 


 

Türkiye’de ortalama işsizlik oranı yüzde 10’larda, kadın işsizlik oranı erkelere göre biraz daha yüksek. 16 yılı aşkın çalışma hayatımda; üç dört kere işsiz kaldım, ortalama altı ya da sekiz ay içinde yeni iş sahibi oldum. Bu süreçlerde, bakmakla yükümlü olduğum bir ailem olmadı. Ama maddi gelirim işsiz kaldığımda düştüğü için bunun zorluklarını yaşadım. Kendi adıma; tiyatro, sinema, konser gibi etkinliklere gitmeyi seviyorum. Sergi gezmek ve çeşitli söyleşi programları da buna dahil. İşsiz olduğum dönemlerde kültür faaliyetlerine ayırdığım zamandan kısmam gerekiyor. Çünkü bunların bir maliyeti var. Burada birkaç konuya değinmek istiyorum. Kültür etkinlikleri çok maliyetli değil, ortalama birçok faaliyet bulabilirisiniz. Ama bunların alıcısının öğrenciler olması gerektiğini varsaydığımızda, pahalı kaçıyor. Okuyan birçok genç aile desteğiyle hayatta, ortalama geçim maliyetleri de belli, bu çocukların kültüre zaman ayırmasının bir maliyeti var. Ve maalesef en büyük sınıfsal farklardan biri de burada ortaya çıkıyor. Gençler sadece hayatta kalabilecek kadar maddi imkanlara sahip, kültürel etkinlikler ektraya giriyor. Halbuki, gençliğin şekillenmesinde en önemli rolü kültür oynuyor. Kurumların zaman zaman öğrenci indirimleri oluyor ama bunlar yetersiz diye düşünüyorum. Devlet politikası olmalı, gençlere haftada birkaç kez gidebilecekleri ücretsiz etkinlik tanımlanmalı. İkinci aşama sinemaya gitmek ya da tiyatroya gitmek tek başına bir eylem değil. Çünkü sokağa açılıyorsunuz. Sokak yeni ilişki biçimlerine açık olduğu kadar, sizi tanımlayan, topluma aidiyetimizi belirleyen bir başlangıç noktası. Burada oluşturduğunuz ilişkiler ülkenizin kaderinde bireysel ve toplumsal olarak söz söyleme hakkını da size tanımlayan bir gerçek. Yolunuzun sokağa çıkması ve topluma karışmanız da, küçümsenecek bir eylem değil.

....................

Peki gelelim bir diğer konuya; edebiyatçılar ya da sanatçılar hep fakir mi olmalıdır. Cumhuriyet tarihi boyunca baktığımızda durum pek de iç açıcı değil. İkinci Yeni’den günümüze şaire biçilen rol, fakirlik. Sanki fakir kişi daha üretken olur algısı bile var. Böyle mi olmalı peki. Bir şairin ya da yazarın denize manzarası olan bir evde oturup, altına iyi bir araba çekecek maddi imkanı olmamalı mı? Yahya Kemal, Tevfik Fikret, Lale Müldür, Orhan Pamuk aklıma ilk gelen zengin edebiyatçılarımız. Sahi iddia edildiği gibi maddi imkanların bolluğu üretimi kısıtlıyor mu? Ben buna katılmıyorum. Kişi kendini düşünsel hayata adayıp maddi imkanları reddedebilir. Sezai Karakoç bunun en bilindik örneğidir. Hayatı boyunca çok iyi imkanlara sahip olabilecekken kendini düşünsel hayata adamış büyük bir yoksulluk içinde yaşamıştır. Son yılları biraz daha müreffeh geçmiştir. Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkün. Orhan Veli, şiirde devrim yaparken yoksulluk çekmiştir. Bugün ise bizlerin hayatına baktığımızda; hepimizin iyi kötü işleri var. Belirli bir maddi refahın sonucuyuz. Eğer atadan deden zengin değilsek, kimimiz iyi kazanıyoruz, kimimiz kötü. Bunlar peki edebi değerimizi de belirleyen şeyler mi? İyi bir liseden ve üniversiteden mezun değilsek, iyi işlerimiz yoksa, üretimimiz de kesik mi olur sorusu bende bir karşılığı olan gerçeklik değil. Bu şekilde artıları bulunmayanlar da iyi üretimler yapabilir. Ancak tam tersi de mümkün, tüm iyi şartlara sahip olduğu halde vasat üretimleri olanları da görmek mümkün. Edebiyat ve fakirlik, çok ekmeği yenen bir konu, hatta gizliden gizliye zenginse ters bakılıyor o kişiye. Ama gerçek şu ki; maddi durumumuz üretimde belirleyici etki oluşturmaz. Yüz yıllar önce Virginia Woolf Kendine Ait Bir Oda’da da bunları tartışıyor. Kadınlar maddi güçten mahrum bırakıldığı için kendilerine ait bir oda kurmaları güç yargısı var, bir yere kadar haklı ama bugün kadınlarımızın en azından bir kısmı kendine ait bir odaya sahip ama kendine ait bir sanatları var mı belki artık bunu tartışmak gerekiyor. Şimdilik bu da böyle.

.........................

Show Tv’de yayınlanan Kızılcık Şerbeti diye bir dizi var. Uzun yıllardır Türk dizlerini izlemiyorum. Ama sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla bu dizi sürekli olay oluyor. Muhafazakar ve seküler aile mitlerini işliyormuş dizi. İzleyeni de çok. Zaman zaman üzerine yazılar da yazılıyor. Sürekli eleştiriler alıyor falan. Neyse benim dokunmak istediğim yer, dizinin senaristi Merve Göntem bir programda şöyle bir açıklama yapıyor. Genç kızlar “daha iyi bir hayat” yaşamak için para karşılığı seks işçiliği yapıyor diyor. Özellikle yurt dışına gidip yaşamak için yapıyorlarmış bunu. Bunun gurur verici bir olay olduğundan bahsediyor. Sahi bu gurur verici bir olay mı? Eskiden Yeşilçam filmlerinde olurdu, kadınlar büyük şehirlerde tutunabilmek için “kötü” yola düşerdi. Yeni versiyonu çıkmış yurt dışına gitmek için. Olay gerçekten vahim ama bunu tüm boyutlarıyla düşünmek gerek miyor mu? Bu kızları bu hayata iten yoksulluk hiç suçlu değil mi, aile ve toplum hiç suçlu değil mi? Bu kızlar neden kaçıyor. Öncelikle aileden kaçıyor, ailede kim bilir nasıl bir dramın parçası, sonra toplumdan kaçıyor, kim bilir hayatta kalmak için nelerden vazgeçmeli, sonra ekonomik zorluklardan kaçıyor. En kolay para kazanma yolu olarak kendini satmayı bulmak. Emeğin hiçbir değerinin olmaması peki, konuşulması gerek miyor mu? Kayıtlı bilgilere göre Türkiye’de 150 bin kadın seks işçisi var. Bunlar kayıtlı olan peki olmayan. Durum iyice vahim değil mi? Siyasetçilerin, dernek ve vakıfların, sivil toplumun şapkasını önüne koyup düşünmesi gerek miyor mu? Neresinden baksak, büyük bir dram. En nihayetinde kişinin bedeni ve kişinin kararı gibi ütopik yaklaşabiliriz ama bunun bize söylediği hiçbir toplumsal norm yok mu? Bu yoksulluğu yaratanların hiç suçu yok mu? “Gülemiyorsun ya, gülmek

Bir halk gülüyorsa gülmektir, Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.” diyen adam haksız mı? 

31 Ağustos 2025 Pazar

SAYIKLAMALAR İKİ

 SAYIKLAMAR İKİ





En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınınızı kaybettiğinizde bilirsiniz önce anılar nükseder, sonra büyük bir boşluk zamanla onun yerini özlem alır. Ama ne çare, gitmiştir, gidecek olan kalmıştır kalacak olan. Teorik olarak ölüm üzerine çok düşünüyorum, bu beni insana daha yakın kılıyor. Daha anlayışlı ve biraz da merhamet dolu yapıyor. Halbuki hayatın doğası acımasız. İyidir ölüm üzerine düşünmek, kendinizde bulduğunu anlamı artırır, hiç olma anlamıdır bu. Koca bir hiçsinizdir hayat karşısında. Bir gün anasızın her şeyi bırakıp gitmiş olma duygusu üzerine düşünmek güçlü bir etki bırakır sizde. Şimdi benden geriye ne kalacak duygusu. Halbuki hiçbir şey kalmayacak. Birkaç anı ve geride bıraktığınız metinler dışında. Ölümü çok düşünmek bende hayata dair negatif olmayı beraberinde getirmiyor tam aksine neşemi yerine getiriyor. Geçiciyiz ve öleceğiz duygusu. İyidir bir boşlukla söyleşmek belki de, iyidir düşünüp yeni anlamlar keşfetmek. Burada belki Bergman’ın Yedinci Mührü izlenmeli. Bir cenazeden dönüş nasıl olur peki, birini büyük bir boşluğa terk etmek. Şimdi ne olacak sorusu, şimdi kalanlar ne yapacak sorusu. Şimdi hayat her zamanki ritminde akacak mı sorusu. Yakın zamanda amcamı kaybettim, bunlar daha fazlası zihnimde dönüp duruyor.

.........................

Şehre dönüş sizde nasıl bir duygudur? Ben nereye gitsem İstanbul’a dönüşü kutsuyorum. İstanbul şehir çünkü. “Sana dün bir tepeden baktım  Aziz İstanbul, Görmedim gezmediğim sevmediğim hiçbir yer, Ömrüm oldukca gönül tahtıma keyfince kurul, Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” diyordu Yahya Kemal. Bir şehir ki böyle kutsal, böyle aziz olabilir. Sevmez misiniz sürprizli sokaklarını, denizini, caddelerini. Bu şehrin içinde yaşamak belki zor ama güzel. Çocukken amcamlar köye gelirdi, İstanbul’dan geldiklerini biliyordum. Sonra ben bir oyun oynamaya başlamıştım, karşı tepelere bakıp, İstanbul hangi tepenin ardında diye kendimce tahminler yapıyordum. Uzak bir tepe belirlemiştim İstanbul o tepenin ardındaydı. Sonra gördüm evet İstanbul tamda oyunumdaki gibi o tepenin ardında. Bir şehri sevmek biraz da onu yaşamaktır, yaşayamadığımız yerlere karşı aidiyetimiz oluşmaz. Bugün belki binlerce insan ekonomik nedenlerden dolayı bu şehrin imkanlarından yararlanamıyor. Şehrin romantizmini yaparken bunları da aklımın bir köşesine iyice yazıyorum tabi. Sınıflar ve sınırlar, metropollerde daha kesin.

...............................

 Az önce Olso 31 Ağustos izledim. Tanrım bu adam çok melankolik. Kısaca uyuşturucu bağımlısı tedavi görüyor, kurtulmak için, bu sırada da hayatın içinde debelenip duruyor. Yetenekli ve zeki. Unutamadığı bir aşkı var. Melankoli büyük hastalık, iyileşmek mi, kim ister ki, iyileşmek. Donuk bir surat, kasvetli havalar, ruh halini yansıtan anlar. Hani Edip Cansever diyordu ya; “Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan, Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları, Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum”. Anders tam böyle bir tip. Varoluş krizinde. Halbuki yetiştirilme tarzı olarak da bir yarası yok. İyi bir ailesi var. Sahi neden böyle olur, Tanrı bazı kullarına duygularının sorumluluğunu taşıması konusunda neden daha cömert davranır. Filmin sonu da karamsar, fotoğraf kareleriyle biraz kırılıyor karamsarlık ama Anders yine bataklığa dönüyor. Tutunacak bir şeyi de yoktu gerçi, ama adım da atmıyordu. Büyük sıkışma. Ruhu tanıdık geliyor. Bir pazar günü için izlenmesi tavsiye edilmeyecek bir film. Ama Anders, bir pazar günü, günbatımında Oslo’da araba sürüşünü hatırlıyor. Böyle depresif işlere meraklıysanız mutlaka izleyin derim.

....................

Öyle aklımda birkaç not vardı, düşmek istedim. 

7 Ağustos 2025 Perşembe

SAYIKLAMALAR

 SAYIKLAMALAR

 


Köydeyim, İstanbul’dan bir hayli uzak bir köy burası. Karadeniz köylerine en azından fotoğraflardan aşinasınızdır. Muhteşem doğası, ırmakları, dereleri, ormanları. Köy dediğimizde aklımıza gelen birçok gerçeklik burada da var; rahat ulaşımın olmaması, elektrik ve su kesintileri, bir ihtiyacınız çıktığında ilçeye ya da beldeye gitmek zorunda kalmak. Sanırım Türkiye’nin her yerinde manzaralar böyle söz konusu köy olunca.

............

Çocukluğum o büyülü gerçekliğim, nereye gitsem beni terk etmeyen o muhteşem duygu. Annemin ve babamın hayatta olduğu yıllar, dünyaya karşı kendimi en pozitif hissettiğim o dönem. Oynadığım bahçe, hayvanları otlattığım çayırlar. Meyve ağaçları; armutlar, elmalar, kirazlar, töngeller, çilek ve böğürtlen. Dereler en çok da dereler. Şarkıda Ordu’nun dereleri aksa yukarı aksa, vermem seni ellere Ordu üzerime kalksa diye anlatılan o dereler. O derenin yukarı kalkması o kadar imkansızdır ki; ve bu muhteşem bir aşk tanımlamasıdır, bu coğrafyayı bilen için. Fakat çocukken aşık değildim, böyle bir aşkın tarafı olmadım, burada.

...........

Aşk zaten nasıldır ki; benim için matris gibi, sürekli bir insanı çözmeye çalışmak, sonra çocukça bir oyuna da çeviririm bunu, zevk almak pahasına yaparım bunu, çünkü bu bana eğlence katar. Sezai Karakoç dizesi, bir insanı çöz çöz çocuk olsun. Sahi çocuk olmak ne muhteşem duygu. Burada bir dağ başında geçen çocukluğumun o muhteşem evini her aşık olduğumda özlüyorum. Birden hayattan almam gereken ilhama götürüyor beni. Halbuki aşk sadece çiledir zevkten çok. Ama güzel aşklar da vardır, denk gelirsin ve bu denk geliş muhteşem bir olaydır. Yaşarsın, yaşlanırsın, iyi biter kötü biter bir gün biter ama işte bu kutsal olan aşk.

Bazen sorarım kendime aşk nedir senin için diye; çocukluğumun en muhteşem sahnesi gelir aklıma. Burada yaklaşık dört beş ay kar yağıyordu, kar o kadar yağıyordu ki, kalınlığı iki metreyi buluyordu. Evden çıkamıyorduk, sadece bir odada soba yanıyordu, yemekler pişiyordu, sohbetler ediliyordu, ben oyunlarımı oynuyordum, sonra karşı dağları seyrediyordum pencereden, göz alabildiğine her yer bembeyazdı. Bu muhteşem duygunun adıdır aşk bende. Her yer ulaşılmaz olur sadece bir yer ulaşılabilir olur ve her yer bembeyaz. Bu aşk değilse nedir..

..........................

Gelmeden Turgut Uyar Şiirinin Oluşumu’nu okumuştum, aklıma takılan birçok soru vardı, Enis Akın’la görüştük, birçok soruyu sordum. Aslında Turgut Uyar dediğimiz adam, şiirde zirve dersek dönemi için haksızlık etmeyiz. Ama benim favori zirven elbette Sezai Karakoç. Neyse, Turgut Uyar, politikasız diyemeyiz politikalı demememiz için de çok bir bulgu yok elimizde, bazı doneler, etrafı solcularla dolu, ve dönemin şartları, bunların etkisinde kalıyor elbette ama hiçbir zaman aksiyoner olarak görmüyoruz onu. Atatürk’ü seviyor, Naat yazıyor, bazı sosyalist arkadaşları var, kadınlara olan bakışı şiir temelli söylüyorum pek de pozitif değil, ama bir bütün olarak baktığımızda; sanki bir dağın zirvesinde, dağı oluşturan çok şey vardır elbette, toprak, orman, kayalar. Turgut Uyar da böyle biraz. Özel hayatı da bir hayli dolambaçlı, erken evlilik, çocukları, sonra birkaç evlilik daha, iş gereği Anadolu seyahatleri. O dönemde bir insanı geliştirebilecek şeyler bunlar elbette. Ama Bilge Karasu ile yakınlığı ona yeni bir yol açıyor. Aralarındaki muhabbetin ileri seviyede de olması üzerine de düşünüyoruz. Hayat bu her şey mümkün bölümü. Korkulu Ustalık’ı okurken, şiir üzerine beni çok açmıştı. Efendimiz Acemilik yazısında; şiirde ne kadar ustalaşırsak ustalaşalım, bir yanımızda acemi duygular kalmalı diyordu. Ben bunu hayata bakış olarak da okumuştum. Şair dediğimiz her yolun gideni, her yerin uçanı olmamalı değil mi. Bir şeyler eksik olmalı. Hayat karşısında bir tamamlanma ya da sürekli bir tamamlanma, tehlikeli bence. Bunun üzerine çok düşünürüm. Neyse Turgut Uyar güzel adam, iyi ki yazmış, iyi ki yaşamış.  

...................

Mutlu çocukluğumu hatırlamak için geliyorum bu köye. Her yaz gelemesem de mümkün oldukça gelmeye çalışıyorum. Çayırlarında gezmek, meyvelerini yemek, derelerine inmek beni hala mutlu ediyor. “Dünyaya bir kez çocukken bakarız. Gerisi hatıradır” diyordu Louise Glück. Belki böyle bir şeydir bendeki de. Pasajlar Dergisi’ne bakıyorum, Ekofeminizm üzerine. Doğaya şiirlerimde sıklıkla yer veriyorum, belki bir kadın olarak doğaya daha yakın hissediyorum kendimi. Belki de bir kadın olma sorumluluğunu tüm boyutlarıyla taşımak için yapıyorum bunu. Dergi genel olarak; eril tahakkümün yasalarının doğa içinde geçerli olduğu tezi etrafında dönüyor. Evet bunu biliyoruz. Kapitalizm de doğaya hükmetme derdinde. Dünya genelinde de böyle bizde de artık durum pek farklı değil. Son çıkan maden yasasıyla birlikte gelecek yıllarda bunun etkisini daha çok hayatımızda hissedeceğiz. Türkiye genelinden ziyade daha lokal bakmak istiyorum. Bizim Perşembe Yaylamız var, menderesleriyle ünlü, sanırım bu doğası sadece bu yaylada var Türkiye’de bir de Van’da var diye kalmış aklımda, o kadar nadide bir yayla işte. Oraya geçen yıl maden aramaya geldi bir şirket, halk karşı çıktı, durduruldu ama yine gelemeyecekleri ne malum. Artık talan bu kadar içimizde, gelecek yıllarda bunun iki katına çıkacağını söylemek hayal değil. Doğaya dişil bakış üzerine de düşünmeye devam etmek gerekecek diye düşünüyorum.

.................

 Muhabbeti balla bölüyorum ama burada bitirmek istiyorum. Sigara içesim geldi, vakit bulursam tekrar yazacağım. 

1 Ağustos 2025 Cuma

Fabrikanın Keyfini Kaçıran Şiirler





Suavi Kemal Yazgıç'ın son kitabım Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? üzerine yazdığı inceleme yazısı. 


https://edebiyatburada.com/suavi-kemal-yazgic-yazdi-fabrikanin-keyfini-kaciran-siirler/


Fabrikanın Keyfini Kaçıran Şiirler

Zeynep Karaca’nın ikinci şiir kitabı “Fabrikanızın Keyfi Yerinde Mi?”, modern dünyanın sancılarına, bireyin varoluşsal çıkmazlarına ve emeğin sömürüldüğü sistemlere karşı şiirle verilen güçlü bir cevap niteliğinde.

Şiirini hayatın tam merkezine yerleştiren Karaca, hem kadim hem de güncel meseleleri şiir dilinde bir araya getiriyor. Aşk, doğa ve emek gibi temel temalar; umut, öfke, melankoli ve direniş gibi yoğun duygularla harmanlanarak okuyucunun karşısına çıkıyor.

Kapitalizmin Dişlileri Arasında: Emek, Eşitsizlik ve Yorgunluk

Karaca’nın şiir evreninde toplumsal eşitsizlik, yoksulluk ve emek sömürüsü en güçlü temalardan biri. Özellikle “Fabrikanızın Keyfi Yerinde Mi?” şiirinde fabrika, işçilerin ellerini “iştahla yiyen” bir canavar olarak betimlenerek kapitalist düzenin acımasız yüzü sert bir dille eleştiriliyor.

“Şu Açlığı Elden Ele Uzatalım” gibi şiirler, yalnızca bireysel değil, kolektif bir açlık ve yoksunluk halini dile getiriyor. Karaca’nın şiirleri bu anlamda birer edebi manifesto niteliğinde; susturulmuş ya da görünmez kılınmış emekçilerin sesi oluyor.

Teknolojinin Gölgesinde: LED’li Aynalar ve Simülasyon Gerçeklik

Zeynep Karaca, çağdaş yaşamın ayrılmaz bir parçası olan dijital dünyaya da şiirlerinde geniş yer verir. LED lambalar, akıllı telefonlar, sosyal medya platformları (tweet’ler, reels’ler, YouTube videoları) onun dizelerinde sıradan nesneler olmaktan çıkar, bireyin gerçeklik algısını sarsan, yabancılaştırıcı ögelere dönüşür.

Özellikle “Annemin Beni Doğurduğu Evi Özlerken LED’li Aynanın Yaşam Arzusu” adlı şiir, nostalji ile dijitalleşmenin iç içe geçtiği bir yüzleşme metnidir. Karaca burada, bireyin hem mekânsal hem duygusal köklerinden uzaklaştığı çağın yabancılaştırıcı etkisini sorgular.

Melankoli, İsyan ve Modern Ruhun Yorgunluğu

Karaca’nın şiirlerinde baskın bir ruh hali olarak melankoli dikkat çeker. Bu melankoli, yalnızca kişisel bir hüzün değil; kolektif bir tükenmişlik hissidir. Emek temasıyla birleşen bu duygusal atmosfer, şiirlerdeki ironiyle birlikte modern bireyin ruhsal yorgunluğunu açığa çıkarır.

Şairin dünyaya olan karamsar bakışına rağmen, şiirler tamamen umutsuz değildir. Aksine, bu karanlığın içinde bir çıkış yolu arayışı, bir direniş kıvılcımı ve insana duyulan inatçı bir inanç hep vardır.

Doğanın Şiirle Direnişi: Betonun Arasında Bir Çim Tanesi

Doğa, Karaca’nın şiirlerinde yalnızca bir manzara değil, aynı zamanda bir direniş alanıdır. Şair doğayı bazen bir sığınak, bazen de insanın aynası olarak kullanır.

“Çimin Biri Bir Gün 21 Gram” şiiri, doğanın kırılganlığına ve insanların ona gösterdiği duyarsızlığa güçlü bir itirazdır. Bu itiraz, sessiz bir yas gibi yayılır şiirin satırlarına. Öte yandan, “Biraz Yosunlu Biraz Hışırtılı Yaz” gibi şiirlerde doğa, şefkatli ve dingin bir dünyaya açılan kapıdır; nostaljiyle yüklü bir içsel yolculuk sunar.

Karaca, doğayı aynı zamanda betonlaşmaya karşı bir metafor olarak işler ve ekolojik bir bilinç yaratır.

Aşk: Direnişin ve Dönüşümün Şiirsel Formu

Zeynep Karaca’nın şiirinde aşk, yalnızca bireysel bir duygulanım değil; sınıfsal, politik ve metafizik boyutları olan bir güç olarak resmedilir. Şiirlerde aşk, bazen “devrim”, bazen “armağan”, bazen de “ayaklanma”dır.

Surların Üzeri Kaç Köşeli şiirinde, aşk tarihsel ve mekânsal bir bağlamda ele alınır. Sevgililerin şehirle ve tarihle kurdukları ilişki, şiirde estetik bir yeniden yorumlamaya dönüşür. Kalbin Yeryüzünde Açık Ameliyatı ise aşkı “yeryüzüne yayılan” bir direniş olarak sunar.

Modern ilişkilerin kırılganlığına da dokunur Karaca: “Aşk diyorum, bir buçuk saniyede oluyormuş” dizesi, hem bir ironi hem de duygusal hız çağının bir teşhisidir. Ancak her durumda aşk, bir çıkış yoludur; insanı yeniden kuran, dönüştüren bir güç.

Bir Umut Işığı Olarak Şiir

Zeynep Karaca’nın şiirleri; bireyin toplumla, teknolojiyle, doğayla ve kendi ruhuyla olan mücadelesini çok katmanlı bir şekilde işler. Şiirlerindeki karamsarlık; emek sömürüsünün yarattığı öfkeyi, doğaya karşı duyarsızlığın hüznünü, dijitalleşmenin getirdiği yalnızlığı ve aşkın kırılganlığını içerir.

Ama bu şiirler yalnızca karanlığı anlatmaz; içinde umut, direniş ve sevgi barındırır. Karaca’nın şiirleri, yeryüzüne ve insana dair inancını kaybetmemiş, hâlâ direnmeye hazır bir sesin ürünü olarak okuyucuyu hem düşündürür hem de harekete geçirir.

Fabrikanızın Keyfi Yerinde Mi?”, çağın içinden geçen ve ona karşı şiirle söz alan bir kitap. Zeynep Karaca, şiirleriyle sadece çağdaş bireyin kırılganlığını değil, bu kırılganlık içinde nasıl direnileceğini de gösteriyor. Fabrikanın keyfini kaçıran bu şiirler, insanın ve dünyanın hâline kulak veren herkese hitap ediyor.

6 Temmuz 2025 Pazar

Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? üzerine bir inceleme yazısı











Demet İskeçeli'nin Haftalık.net'te kitabım hakkında yazdığı yazı: 

Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? üzerine yapılan söyleşi

 Banliyö edebiyat portalında son şiir kitabım üzerine yapılan söyleşi 👇


https://banliyo.org/gundeligin-nabzini-tutan-siir-zeynep-karacayla-soylesi/



Gündeliğin Nabzını Tutan Şiir: Zeynep Karaca’yla Söyleşi

Zeynep Karaca, son yıllarda Türk şiiri üzerine yürütülen en nitelikli söyleşi dizilerine imza atan, sesi kadar sözü de güçlü bir isim. Onun “Şiir Matineleri” başlığı altında gerçekleştirdiği şair söyleşileri yalnızca birer röportaj değil; çağdaş Türk şiirinin nabzını tutan, hafızasını derinleştiren etkinlikler olarak düşünülmeli. Şiire yalnızca metin olarak değil, aynı zamanda kamusal bir varoluş alanı olarak da yaklaşan Karaca, günümüz şiir ortamını besleyen önemli figürlerden biri.

Zeynep Karaca’nın şiiri; LED ışıklar, bordrolar, kurabiyeler, set üstü ocaklar, otobüs durakları gibi modern yaşama dair somut ayrıntılarla örülmüş, kentli bir gerçekliğin içinden konuşuyor. Ancak bu şiir, yalnızca bireysel bir deneyimin estetik yansıması değil; toplumsal olanın damarlarına sinmiş bir tür direnç alanı. Onun poetikasında sınıf çatışmaları, emek sömürüsü, göçmenlik, kadınlık hâlleri, metropol yalnızlığı ve gündelik hayatın delikleri iç içe geçiyor. Modern olgularla örülmüş bu şiirsel evren, yalnızca duygusal değil, aynı zamanda düşünsel bir alana da hitap ediyor.

Sadece yazdıklarıyla değil, şiir adına gerçekleşen hemen her etkinlikteki görünürlüğüyle de dikkat çeken Karaca, sahici bir şiir emekçisi. İkinci kitabı Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? ile birlikte, hem içerik hem biçim açısından daha da belirginleşen şiirsel duruşu, onun çağdaş Türk şiirinde nasıl bir kulvar açtığını gösteriyor. Bu söyleşi, Karaca’nın şiirini besleyen düşünsel ve yaşamsal kaynaklara dokunmakla kalmıyor, aynı zamanda bugünün şiiri üzerine düşünmenin kapılarını da aralıyor.

“Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi?” adını taşıyan bu kitapla başlarken, okuru daha ilk anda bir ironiyle karşı karşıya bırakıyorsun. Bu başlığı seçerken aklında ne vardı? Sence bu ifade, kitabın genel poetik yönelimiyle nasıl örtüşüyor?

İroniye şöyle bakıyorum; hepimiz hayat karşısında zorlanıyoruz. Bu zorluk öyle bir aşamaya geliyor ki; çoğu zaman, benliğimizde yarıklar oluşturuyor. Bende mizah zorluğa karşı kendimi savunma biçimi. Normal hayatımda birçok insan beni komik bulur. Bir tür hayata karşı, direnç ve her şeye rağmen yaşam devam ediyor cümlesine karşılık gelen bir duygu. Günlük hayatımda da çok yer eden ironiyi, şiirde de kullanmaktan geri durmak istemedim. Biz neysek şiirimiz de odur ya biraz, bunu önceliyorum. Kendim orada olmalıyım. Başlığı seçerken birkaç alternatif daha vardı ama Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? kitabı tam karşılıyor diye düşündüm. Malum hepimizin bildiği gibi kapitalizmin ağır boyunduruğu altında yaşıyoruz. Her ne kadar fikir işçisi de olsak aslında hepimiz o küresel fabrikanın bir karşılığıyız. Hem fiziksel olarak ülkemiz ve dünya sanayileşmenin en temel göstergesi olarak fabrikaların işgali altında hem de zihinsel olarak bir fabrika işçisi gibiyiz. Emek verip karşılığında insan gibi yaşayan çok az insan tanıyorum, çoğunluk sefaleti yaşıyor. Bütün bunlara dair kitapta bir şeyler söylüyorum, bunun karşılığı olarak da ismine karar verdim. Kitapta farklı temalar bulmak mümkün, ama bu başlık genel olarak karşılıyor diye düşünüyorum. Bir de somut olmak istedim. Soyutla çok zaman kaybediyoruz halbuki hayatın doğası somutta ortaya çıkıyor.

Şiirlerinde sıkça karşımıza çıkan “fabrika”, “otobüs”, “LED”, “bordro”, “kurabiye” gibi kelimelerle kurduğun dünya, gündelik hayatla şiir arasında güçlü bir bağ kuruyor. Bu imgelerle bireysel olanı mı anlatmak istiyorsun, yoksa toplumsal olanı mı? Bu çizgiyi nasıl kuruyorsun?

Kişisel olan toplumsal da değil midir aslında? Evimde, kendi odamda otururken kişiselim ama mutfağa geçtiğimde ailem var. Biraz daha ilerlediğimde arkadaşlarım var, çizgiye bir çizik daha attığımda sosyal çevrem var. Ben aslında sadece biri değilim. Başka bir bakışla ben tek başıma ben değilim, toplumun sonucuyum. Meşhur sözle özetlersek “ben bir başkasıdır”. Kendimi dış dünyada olup bitenden ayrı konumlandırmam, sosyal bir canlıyım, hayatın içindeyim. Duygularımı ve eylemlerimi o hayatın içinde kullanıyorum. Evet ilhamımı bir kurabiyeden alıyorum belki ama kurabiye bir süre sonra bende toplumun yediği kurabiyeye dönüşüyor. Açıkçası kendini toplumun dışında sadece entelektüel olanla ilgilenenleri de çok anlamıyorum. Ben sosyal bir canlı olarak temas ettiğim her şeyden sorumluyum. İlişki kurduğum, nesneler ve insanlar bende daha sonra dönüşüyor. Bunlar bir mısra olarak ortaya çıkıyor ama kendimi bir ülkenin kaderinden ayrı düşünmüyorum. Her şeyden önce doğduğum topraklara bir borcum var, bunları ödeme derdindeyim. Hayatın da çok kişisel aktığını düşünmüyorum. İlişkiler ağında ilerliyor hayat; bir yönümüz hep topluma dönük. Hal böyleyken ben neden toplumda olup biten üzerine de söz söylemeyeyim. Neden, bir halkın arzusu, çıkmazları, acıları bende yer etmesin. Bunlar üzerine kendimi bildim bileli düşünüyorum, sonunda da ortaya koyduğum esere yansıyor.

Yoksulluk, emek, göçmenlik, sınıf çatışması ve kent yaşantısı senin şiirlerinde yalnızca temalar değil, aynı zamanda duyguların taşıyıcısı gibi. Bu şiirleri yazarken senin sosyal hayatla kurduğun ilişkiyi nasıl etkiliyor? Editörlük yaptığın gazetecilik pratiği şiirine nasıl sızıyor?

Açlık çoğunluktadır diyordu Turgut Uyar, 1960’lardan günümüze çok şey değişti ülkede ama açlık değişmedi. Ülkenin yüzde 40’ı asgari ücretle çalışıyor. Ben de zaman zaman mesleki yaşamımda asgari ücretlere çalıştım. Buradan bakınca “görünmez” olan bu insanların dertleriyle dertlenmek bana iyi geliyor. Zenginler zaten istedikleri hayatın içinde; o hayata dahil olamayan alt sınıf ilgimi çekiyor. Çevremde de maddi zorluklarla yaşayan yakınlarım var. Sınıflar çok net, sınırlar da net. Buradan bakınca taraf tutmak gerekiyor. Ayrıca sorumlu aydın bilinci dediğimiz şeyin; kendine has dertleri olmalı diye düşünüyorum. Benim dertlerim de belki bunlar. Edip Cansever’ce söylersek; gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir. Diğer türlüsü nedir ki; bir garip eğlence. Bir sorumluluk bilincim olmalı diye düşünüyorum; bunun içinde sınıflar elbette var. Alt sınıftan olan göçmenler de var. Suriye Savaşı’yla birlikte göçmen ülkesi olduk, bu insanların hayatları da zorluklarla dolu. Ama sadece Suriyeliler zorda değil, yukarıda söylediğim gibi toplumun yarısı açlık sınırında yaşıyor. Gazetecilik pratiği şiire malzeme olarak sızıyor. Gün içinde çok sayıda haberle muhatap oluyorum. Bazıları üzerimde fazla tesir bırakıyor. Bunlar da zaman zaman dizelere yansıyor ama bir bütün olarak baktığımda da gazeteciliğin şiirimi çok etkilediğini savunamam. Gazetecilikte ilişkiler daha yapaydır, halbuki şiir sahicilik istiyor.

İlk kitabın Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek ile karşılaştırıldığında, bu kitapta hem biçimsel hem tematik olarak bir değişim hissediliyor. Sen kendi şiirsel yolculuğunda bu ikinci kitapla birlikte nasıl bir dönüşüm yaşadığını düşünüyorsun?

İlk kitabın yolculuğu biraz uzundu; düşünmeye ve anlamaya çok zamanım oldu. Uzun bir sürecin sonucuydu. İkinci kitap ilk kitaptan bir yıl sonrasında yazılan yoğun şiirlerin sonucu olarak ortaya çıktı. İlk kitap biraz daha klasik kalıyor; ikinci kitap daha çok yeni şiirin alanında. Güncel şiire dair okumalarım vardı, bunun imkanlarını kullanmak istedim. Ama temelde iki kitapta da bende değişen bir şey yok. Başka versiyonlarımla ortaya çıktı iki kitapta. Tematik olarak ilk kitaptan koptuktan sonra ikinci kitapta hem güncel dilin sınırlarını hem de içimde birikenleri daha sarih bir şekilde ortaya koymak istedim. Motivasyon olarak ilk kitaba giden süreçte daha çok sıkılmıştım. İkinci kitap sıkıntının açıldığı alana denk düştü. Ortak tema olarak; sokak ve etrafında dönen olaylar söz konusu. Bu açıdan benzerlik bulunabilir ama toplama bakıldığında ikisi birbirinden çok farklı. Farkı biraz okumalar yarattı diye düşünüyorum. Güncel şiirde neler yaşanıyora daha yakından bakarak ikinci kitabı kurguladım, bu belki bariz fark olarak ortaya çıkıyor. Güncel şiirin hayatın doğasına karşı koyuş algısı üzerine çalıştım biraz. Bunu sadece bireysel bir noktadan çıkarak değil de; bir bütün olarak bana kattıkları etrafında yapmaya çalıştım. Bu da ikinci kitapta şiirleri geliştirdi. Yaşadığım çağın atmosferi ve güncel şiirin; dil ve semantik etkileri üzerine daha çok düşündüm. Bunların sonucu olarak; ikinci kitap biraz daha farklı görünüyor. Dilini de daha somut kurguladım. Şiirde çoğunluklu olarak insanların duygularına vurgu yapılıyor ama sanırım bizim metinler aracılığıyla düşünmeye daha çok ihtiyacımız var, ben de buraya yoğunlaştım. İlk kitapta da bunun örnekleri vardı ama ikinci kitap tamamen bunlar üzerine kuruldu.

Şiirlerinde İstanbul çok güçlü bir yer tutuyor. Şişhane, Kadıköy, Üsküdar, Asmalımescit gibi semtler sık sık geçiyor. Bu mekânlar şiirinde yalnızca birer arka plan mı, yoksa senin için anlam üreten, duygu taşıyan varlıklar mı?

İstanbul bir şehir olmanın ötesinde bir ruh diye düşünüyorum. Eski İstanbul’a dair bir şeyler okuyor ve duyuyoruz ama bu anlatılar bize nostaljik geliyor. Çünkü biz günümüz İstanbul’unu yaşıyoruz. Günümüz İstanbul’un trafik gibi bir çilesi var, her yerin kalabalık olması gibi bir çilesi var, çirkin yapılaşma gibi bir sorunu var. Ama tüm bunlara rağmen İstanbul bizde; ruh bırakıyor. Bu metropol ruhu belki. Fatih’te bir türbeye denk geldikten sonra arasında bir saat bile mesafe olmayan Levent’e geçtiğinizde, gökdelenlerin dünyası var. Ama bunların dışında; sergiler, sinemalar, kitapçılar, konserler ve daha birçok kültürel etkinlik, sizi bu şehre bağlayan ve vazgeçilmez yapan şeylerden biri. Hem mimari olarak geçmişi barındırması hem de günümüz hengamesine karşı çok veri bulundurması bende İstanbul’u kutsal yapıyor. Kendim Sultangazi’de oturuyorum ama Fatih, Beyoğlu, Üsküdar, Kadıköy, Beşiktaş ve Eyüp en sık gittiğim semtler. Hatta o kadar ki; bu semtlerde birçok yeri sokak sokak biliyorum. Gezmeyi çok seviyorum ve gezerken şehre dair çok hikaye biriktiriyorum, deniz kenarlarında oturmayı seviyorum, oralara dair de bir şeyler birikiyor. Şu an bu soruşturmayı Süleymaniye’de bir kafede cevaplıyorum. 24 yıldır İstanbul’dayım, liseyi burada okudum. Sanki ruhumda olan birçok şey bu şehirde de var gibi düşünüyorum. İstanbul’da birçok zıtlığı bir arada bulabilirsiniz, bir sokak başında biriyle tanışabilirsiniz. Klasik değimle unutulmaz anlar dediğimiz hikayeler biriktirmeye çok müsait bir şehir. Her sokağı benim için ayrı bir sürpriz ayrı bir hikaye ayrı bir gerçek. Üsküdar’da da beş yıl kadar yaşamıştım. Tüm bunlar etrafında size sürekli hikaye anlatan bir nineniz varsa onun dizinin dibinden ayrılmak istemezseniz, üstelik nineniz çok yaşlı ama size güncel hikayeler de anlatıyorsa bunu da eğlenceli ve ütopik bulursunuz. İstanbul da benim için biraz böyle. Artısıyla, eskisiyle çok seviyorum, bu şehri.

“Biodaki link”, “set üstü ocak”, “projeksiyon” gibi kavramları şiirsel evrenine katmaktan çekinmiyorsun. Bu tür dijital çağın söz dağarcığını şiire dahil etmek senin için nasıl bir tercihti? Bu dilsel karışımdan doğan anlamlarla nasıl bir ilişki kuruyorsun?

 Teknolojinin hüküm sürdüğü bir çağda yaşıyoruz. Hatta teknoloji o kadar hızla ilerliyor ki; önümüzdeki yüzyılda bu hızla giderse, robotlar hayatımızın bir parçası olacak. Şimdi bile kullanıldığı yerler var. Biz de 2000 sonrası yoğun bir şekilde bu çağın içine girdik. Cep telefonlarından sosyal medyaya, akıllı ev aletlerinden  yapay zekaya. Etrafımız sarılmış durumda. Artık teknolojinin dinini yaşayacağız gibi duruyor. Burada bir yanı sokak olan insan ne yapacak, emeği ne olacak. Gibi bir çok soru beni düşündürüyor. Ayrıca teknolojik araçlara sahip olanlar, bizim eğilimlerimizi de yönetme derdinde. En azından sosyal medyada algoritma denen bir olay var. Bir şey hakkında yazdığınızda ya da araştırdığınızda sizin önünüze daha fazla o konuda bilgi çıkması gibi. Temayüllerimiz de işgal altında. Bütün bunlar karşında biz nasıl insan kalacağız. Hız çağı diyoruz, artık iki saatlik bir filme tahammül edemiyoruz. Beş ya da on dakikalık videolar yetiyor. Bütün bunlar olup biterken biz ne zaman vakit bulacağız da duygulara ve sağlam ilişkilere zaman ayıracağız. Biz nasıl olacakta, bir başkasına temas edip ilişki kuracağız. Şu an bile ilişkilerimiz medya araçları üzerinden. İşte tüm bunlar etrafında düşünüyorum. Muhafazakar biri değilim, teknolojiyi reddetmiyorum ama varlığı da insanlığımız için büyük sorun diyorum. Bunlar üzerine düşünürken, dizelere de yansıyor. Olduğu gibi anlamaya çalışıyorum.

Kadınlık hâlleri, patriyarka, beden ve görünürlük meseleleri şiirlerinde hem çok kişisel hem de kolektif bir yerden konuşuyor gibi. “Bir Kadının İntikamında…” şiirinde de bu hissediliyor. Kadınlık ve şiir arasında nasıl bir bağ kuruyorsun?

İç içe bir bağ olduğunu düşünüyorum. Yaptığım her eylem ya da söz kadınlık haneme yazılıyor. Meşhur değişle “kadın olunmaz kadın doğulur”. Özellikle bu topraklarda kadın olarak doğduğunuz anlardan itibaren size bir kimlik yükleniyor. Eylemleriniz belirlenmiş, hatta ki konuşma tarzınıza kadar. Biraz çok gülerseniz bu normal karşılanmaz. Kadınlar olarak etrafımız kalıplarla dolu. Nasıl yaşaman, nasıl giyinmen hatta ileri aşama nasıl düşünmen gerektiği gibi belirli. Dindar bir ailede büyüdüm. İnsanın kendilik bilinci ergenlik döneminde ortaya çıkıyor. Oradan itibaren hikaye hızla gelişiyor. Erken yaşta çalışma hayatına atıldım. Derken haliyle kadına dair hem kendi hikayemden hem de etrafımdaki hikayelerden çok şey öğrendim. Yazarken bir cinsiyet rolüyle yazmıyorum. Hatta bazı şiirlerimi çok eril bulan bile olmuştu. Ama ben bir kadın olarak mücadelemi sürdürüyorum, bunun yansımaları da oluyor. Yazdıklarımın tamamı kadın yazımıdır ama yine de kadınlara has temalara çok yer veriyorum, bu bilinçli tercih. Mesela ağırlıklı olarak annem var, bazen babaannem, bazen dindar bir kadın, bazen de tüm kadınlar. Bunları bilinçli yapıyorum. Bizim toplumumuzda kadın maalesef hala ikincil varlık. Geçmişe göre bazı ilerlemeler var. Toplumda kadının görünür olması gittikçe artıyor ama tüm ülkeden söz edersek de; bu çok azınlıkta bir durum. Kadına şiddet gibi konular da kronikleşti, çözülmeyen bir durumda. Kız çocuklarının okullaşma oranı arttı ama yaşadıkları yoksulluk onları kendi benliklerini bulma noktasında sıkıntıya sokuyor. “Özgür kadın” bu biraz da ekonomik bağımsızlıkla olan bir şey. Her şey bir binanın tuğlası gibi; birbirine bağlı. Temelde eşit paylaşılmayan maddi ve manevi haklar kadınları gittikçe daha dar bir alana hapsediyor. Ben de bir kadın olarak bunun sorumluluğunu taşıyorum, bunlar da şiirlere yansıyor.

Şiirlerinde tekrarları, uzun soluklu cümleleri ve zaman zaman bilinç akışını andıran dizilişleri sıkça görüyoruz. Bu biçimsel tercihlerin sende nasıl şekilleniyor? Şiirinin ritmini ne belirliyor?

Kuş uçtu diye bir dizeye kuş kanatlarını çırpa çırpa uçtuyu eklersek. Kuşun uçuşuyla ilgili bir sorunumuz olduğunu açık ederiz. Bu da bizim için normal olabileceği gibi bilinçli bir tercihin sonucu da olabilir. Şiir yazma sürecim genelde şöyle ilerliyor. Önce şiir olacak malzemeyi buluyorum. Bununla kafamda bir süre dolanıyorum. Bu dolanma sürecinde şiirimin taslağı kafamda oluşuyor. Sonra geriye yazmak kalıyor. Valery’nin dediği gibi ilk dize ilham oluyor gerisi benim çalışmam. Bu düşünce süreci bittiğinde kendimi özgür bırakıyorum. Hangi dizenin nasıl akacağına o an karar vermiş oluyorum. Bu biraz bilinç akışı sağlıyor. Bazen de bir duygu olarak bilinçli bir şekilde vurguluyorum. Arada da bilinçsizce şiiri yazarken yaptıklarım oluyor. O an ki duygusu beni tatmin ediyorsa, belirli bir ritme ulaştığıma inanıyorsam öyle bırakıyorum. Süreç zihinsel irlerlediği için zihin de karmaşık bir olgu olduğu için tam anlamıyla açıklamak ne kadar mümkün bilmiyorum ama bazı şiirlerde diyalektik mantığı kullanıyorum.

“Bir Otobüsteyiz Açlığı İtinayla Elden Ele Uzatan”, “Şu Açlığı Elden Ele Uzatalım” ve “Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi?” gibi şiirlerde emek, üretim ve yoksulluk üzerine çok güçlü imgeler var. Bu şiirleri bugünün ekonomik gerçekliğiyle nasıl örüyorsun?

Bugünün ekonomik gerçekliğini neo-liberal ekonomi politikaları belirliyor. 20’yi aşkın yıldır aynı hükümet tarafından yönetiliyoruz. Bu hükümet geldiği günden günümüze kadar küresel ekonominin bir parçası olmayı bize vaat etti. Oldu da. Ekonomimiz her yıl yüzde 4,5 gibi rakamlarla büyüdü. Hızlı trenler, havaalanları, otoyollar. Bunlar büyük vaatlerdi. Birçoğu gerçek oldu. Köprüler yapıldı ama o köprülerden para verip geçecek halkın çoğunluğu ekonomik refaha sahip olamadı. İktidar kendi kitlesini konsolide etti ve kendiyle yol alan bir grup iyi denecek kadar servet biriktirdi. Ama açlık değişmedi. Kişi başına düşen milli gelirin sürekli arttığını söyleyen bir hükümetimiz var ama insanlar çocuklarını kreşe gönderemiyor pahalı diye. Milli gelir sürekli artıyor ama yılda iki kez tatile çıkamıyoruz. Hala bayramlarda köyümüze gidiyoruz, çünkü daha ekonomik. Milli gelir arttı ama her hafta iki kere et yiyemiyoruz. Tavukla yetiniyoruz. Liste uzayıp gider. Bütün bunlar olup biterken gerek çevremde şahit olduklarım gerek toplumda bana bu karşı koyuş şiirlerini yazdırmaya sebep oluyor. Sürekli gelişmekte olan bir ülke olarak birçok fırsatı taşıyoruz, dünyaya eklemlenmemizde de bir sorun yok ama bir yandan da derin bir yoksulluğu içimizde taşıyoruz. Bunlar elbette gözümü yumup hayata devam edebileceğim mevzular olmadığı için yazıyorum. Şairin kelimeden daha güçlü bir silahı da henüz yok maalesef.

Şiirlerinde yer alan metafizik göndermeler —Allah, Hızır, peygamber, dua— modern şiirin çoğu zaman seküler yapısıyla ilginç bir gerilim yaratıyor. Senin için bu öğeler şiire nasıl dahil oluyor? Kişisel bir arayış mı, yoksa kolektif hafızanın bir yansıması mı?

Bunlar dinde çokça düşündüğüm konular, meraklarım. Toplumsal hafıza olarak da “inançlı” bir toplumda yaşıyoruz. Kişisel olanlar toplumsal olanın iç içeliğinin yansıması diyebilirim. Kişisel arayış olarak; din konusunda çok sorgulamalarım olmuştur, özellikle genç yaşlarda yoğundu. Sonra alametler belirdi, inandım Allah’a :). Sorgulama bende hep olan bir şeydir bu dinde de kendini gösteriyor. Belki dindar biri sayılmam ama inançlıyım. O yüzden Hızır, Peygamber gibi konuları da seviyorum. Metafizik olan iyidir, bizim alanımızı genişletir. Fiziğin alanı sınırlı. Bizim uçsuz bucaksız yanlarımız var burada metafizik işe yarıyor. Allah’a inandığı için mutlu ama dine ihtiyaç duyanlar için de her zaman sorgulayıcı oldum. Bunlardan bahsetmek hem kişisel hikayemde hem de kollektif bilinçte hoşuma gidiyor.

Şiirlerinde bireysel hatıralarla toplumsal hafıza sık sık iç içe geçiyor. Mezarlıklar, otobüsler, parklar, evler… Bu yerler hem senin geçmişine hem hepimizin bugüne ait gibi. Bellek senin için nasıl bir şiirsel malzeme?

Ne diyoruz, hafızamızın sınırları dünyamızın sınırları. Bellek çok geniş bir alan; eşyayla da insanla da tarih ve doğayla da bir belleğimiz olabilir. Zihinsel olarak dinç bir beynim var, olayları ve mekanları kolay kolay unutmam. Ama şöyle bir yanda var. Bir noktadan uzaklaştıktan sonra yani bu güne geçtiğimizde dün artık bizim için bir anı, hatırlanma biçimi. Ertesi günü hatırlayarak var oluyoruz ya da bu günü inşa ediyoruz. Bu süreç ben de kişisel olduğu kadar toplumsal bir evrene de tekabül ediyor. Neydi o, kişisel olan politiktir mi diyorduk. Evet buna birkaç eleştirim var ama büyük oranda da katılıyorum. Bellek bende birden çocukluğumu hatırlamaksa birden bu ülkenin kaderinde bir kara olayı hatırlamak olarak ortaya çıkabiliyor. Hafızamın dinç olması da malzeme toplamak konusunda beni kolaylıyor. Bellek bence unutmayla değilde hatırlamda ortaya çıkan bir gerçek. Biz toplumsal hafızada çok çabuk unutan bir halkız. Bizi derinden etkileyen olayları birkaç yıl sonra anmaya sadece bir avuç insan olarak gidiyoruz. Halbuki hatırlama beraberinde yüzleşmeyi de getirir. Bu kadar hafızasız olmayı sağlıklı bulmuyorum. Şiirde de bir tür hatırlama, kayıt altına alma ve unutturmama aracı olarak kullanmayı deniyorum.

İkinci kitabınla birlikte hem biçimsel olarak deneyselliğe açık hem de doğrudan politik bir şiir ortaya koyuyorsun. Sence “Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi?”, günümüz Türk şiiri içinde nasıl bir yere oturuyor? Kendini hangi geleneklerle ya da yeni arayışlarla birlikte düşünüyorsun?

Aslında politik bir yer olsun diye konuşmuyorum. Kendime ve topluma baktığımda bazı dertlerim var, bunları yazıyorum. Eğer bunlar politik bir dilde karşılık buluyorsa da buna itiraz etmiyorum. Öyledir. Sadece; okuyorum, yaşıyorum ve yazıyorum. Buradan bakınca slogan atmayı sevmiyorum. Ama fikir şiirde elmanın içindeki vitamin gibi olmalı derler, buna katılıyorum. Bir yere konulmak ya da bir sese eklemlenmek derdim yok. 2025 günümüz Türkiye’sinde bunlar yaşanıyor, ben de buna işaret ediyorum. Burada bir sorun var diyorum. Benimle aynı düşünenler varsa mutlu olurum. Bana katılmayan varsa da mutlu olurum. Ne güzel, başka dertleri var demek ki. Ama şundan şikayetçiyim günümüz şiirinde şairler fazlaca kişisel hezeyanlarını anlatıyorlar. Bunlara bu kadar maruz kalmaya itiraz ediyorum. Ben aynı zamanda toplumsal bir varlığım, bunun niye bir karşılığı yok şiirde. Yapanları tenzih ederek yazıyorum. Belki de buradan bakınca toplumsal gerçeklikten yazıyorum. Ama adlandırmaya ne gerek var. Biri bizi nasıl sevmek istiyorsa öyle sevsin. Nasıl etkilenmek istiyorsa öyle etkilensin. Ben kendimde birikenleri yazıyorum. Umarım, okuyanlarda şiirin hakkını verir, kalıplara sıkıştırılmak istemem.

SAYIKLAMALAR VE BAZI ŞEYLER

  SAYIKLAMALAR VE BAZI ŞEYLER   Saatler boyunca, başka saatleri bekleriz  diyordu Cioran, sahi haklı değil mi? Ömrümüz bir bekleme odası değ...