Demet İskeçeli'nin Haftalık.net'te kitabım hakkında yazdığı yazı:
6 Temmuz 2025 Pazar
Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? üzerine bir inceleme yazısı
Demet İskeçeli'nin Haftalık.net'te kitabım hakkında yazdığı yazı:
Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? üzerine yapılan söyleşi
https://banliyo.org/gundeligin-nabzini-tutan-siir-zeynep-karacayla-soylesi/
Gündeliğin Nabzını Tutan Şiir: Zeynep Karaca’yla Söyleşi
Zeynep Karaca, son yıllarda Türk şiiri üzerine yürütülen en nitelikli söyleşi dizilerine imza atan, sesi kadar sözü de güçlü bir isim. Onun “Şiir Matineleri” başlığı altında gerçekleştirdiği şair söyleşileri yalnızca birer röportaj değil; çağdaş Türk şiirinin nabzını tutan, hafızasını derinleştiren etkinlikler olarak düşünülmeli. Şiire yalnızca metin olarak değil, aynı zamanda kamusal bir varoluş alanı olarak da yaklaşan Karaca, günümüz şiir ortamını besleyen önemli figürlerden biri.
Zeynep Karaca’nın şiiri; LED ışıklar, bordrolar, kurabiyeler, set üstü ocaklar, otobüs durakları gibi modern yaşama dair somut ayrıntılarla örülmüş, kentli bir gerçekliğin içinden konuşuyor. Ancak bu şiir, yalnızca bireysel bir deneyimin estetik yansıması değil; toplumsal olanın damarlarına sinmiş bir tür direnç alanı. Onun poetikasında sınıf çatışmaları, emek sömürüsü, göçmenlik, kadınlık hâlleri, metropol yalnızlığı ve gündelik hayatın delikleri iç içe geçiyor. Modern olgularla örülmüş bu şiirsel evren, yalnızca duygusal değil, aynı zamanda düşünsel bir alana da hitap ediyor.
Sadece yazdıklarıyla değil, şiir adına gerçekleşen hemen her etkinlikteki görünürlüğüyle de dikkat çeken Karaca, sahici bir şiir emekçisi. İkinci kitabı Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? ile birlikte, hem içerik hem biçim açısından daha da belirginleşen şiirsel duruşu, onun çağdaş Türk şiirinde nasıl bir kulvar açtığını gösteriyor. Bu söyleşi, Karaca’nın şiirini besleyen düşünsel ve yaşamsal kaynaklara dokunmakla kalmıyor, aynı zamanda bugünün şiiri üzerine düşünmenin kapılarını da aralıyor.
“Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi?” adını taşıyan bu kitapla başlarken, okuru daha ilk anda bir ironiyle karşı karşıya bırakıyorsun. Bu başlığı seçerken aklında ne vardı? Sence bu ifade, kitabın genel poetik yönelimiyle nasıl örtüşüyor?
İroniye şöyle bakıyorum; hepimiz hayat karşısında zorlanıyoruz. Bu zorluk öyle bir aşamaya geliyor ki; çoğu zaman, benliğimizde yarıklar oluşturuyor. Bende mizah zorluğa karşı kendimi savunma biçimi. Normal hayatımda birçok insan beni komik bulur. Bir tür hayata karşı, direnç ve her şeye rağmen yaşam devam ediyor cümlesine karşılık gelen bir duygu. Günlük hayatımda da çok yer eden ironiyi, şiirde de kullanmaktan geri durmak istemedim. Biz neysek şiirimiz de odur ya biraz, bunu önceliyorum. Kendim orada olmalıyım. Başlığı seçerken birkaç alternatif daha vardı ama Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? kitabı tam karşılıyor diye düşündüm. Malum hepimizin bildiği gibi kapitalizmin ağır boyunduruğu altında yaşıyoruz. Her ne kadar fikir işçisi de olsak aslında hepimiz o küresel fabrikanın bir karşılığıyız. Hem fiziksel olarak ülkemiz ve dünya sanayileşmenin en temel göstergesi olarak fabrikaların işgali altında hem de zihinsel olarak bir fabrika işçisi gibiyiz. Emek verip karşılığında insan gibi yaşayan çok az insan tanıyorum, çoğunluk sefaleti yaşıyor. Bütün bunlara dair kitapta bir şeyler söylüyorum, bunun karşılığı olarak da ismine karar verdim. Kitapta farklı temalar bulmak mümkün, ama bu başlık genel olarak karşılıyor diye düşünüyorum. Bir de somut olmak istedim. Soyutla çok zaman kaybediyoruz halbuki hayatın doğası somutta ortaya çıkıyor.
Şiirlerinde sıkça karşımıza çıkan “fabrika”, “otobüs”, “LED”, “bordro”, “kurabiye” gibi kelimelerle kurduğun dünya, gündelik hayatla şiir arasında güçlü bir bağ kuruyor. Bu imgelerle bireysel olanı mı anlatmak istiyorsun, yoksa toplumsal olanı mı? Bu çizgiyi nasıl kuruyorsun?
Kişisel olan toplumsal da değil midir aslında? Evimde, kendi odamda otururken kişiselim ama mutfağa geçtiğimde ailem var. Biraz daha ilerlediğimde arkadaşlarım var, çizgiye bir çizik daha attığımda sosyal çevrem var. Ben aslında sadece biri değilim. Başka bir bakışla ben tek başıma ben değilim, toplumun sonucuyum. Meşhur sözle özetlersek “ben bir başkasıdır”. Kendimi dış dünyada olup bitenden ayrı konumlandırmam, sosyal bir canlıyım, hayatın içindeyim. Duygularımı ve eylemlerimi o hayatın içinde kullanıyorum. Evet ilhamımı bir kurabiyeden alıyorum belki ama kurabiye bir süre sonra bende toplumun yediği kurabiyeye dönüşüyor. Açıkçası kendini toplumun dışında sadece entelektüel olanla ilgilenenleri de çok anlamıyorum. Ben sosyal bir canlı olarak temas ettiğim her şeyden sorumluyum. İlişki kurduğum, nesneler ve insanlar bende daha sonra dönüşüyor. Bunlar bir mısra olarak ortaya çıkıyor ama kendimi bir ülkenin kaderinden ayrı düşünmüyorum. Her şeyden önce doğduğum topraklara bir borcum var, bunları ödeme derdindeyim. Hayatın da çok kişisel aktığını düşünmüyorum. İlişkiler ağında ilerliyor hayat; bir yönümüz hep topluma dönük. Hal böyleyken ben neden toplumda olup biten üzerine de söz söylemeyeyim. Neden, bir halkın arzusu, çıkmazları, acıları bende yer etmesin. Bunlar üzerine kendimi bildim bileli düşünüyorum, sonunda da ortaya koyduğum esere yansıyor.
Yoksulluk, emek, göçmenlik, sınıf çatışması ve kent yaşantısı senin şiirlerinde yalnızca temalar değil, aynı zamanda duyguların taşıyıcısı gibi. Bu şiirleri yazarken senin sosyal hayatla kurduğun ilişkiyi nasıl etkiliyor? Editörlük yaptığın gazetecilik pratiği şiirine nasıl sızıyor?
Açlık çoğunluktadır diyordu Turgut Uyar, 1960’lardan günümüze çok şey değişti ülkede ama açlık değişmedi. Ülkenin yüzde 40’ı asgari ücretle çalışıyor. Ben de zaman zaman mesleki yaşamımda asgari ücretlere çalıştım. Buradan bakınca “görünmez” olan bu insanların dertleriyle dertlenmek bana iyi geliyor. Zenginler zaten istedikleri hayatın içinde; o hayata dahil olamayan alt sınıf ilgimi çekiyor. Çevremde de maddi zorluklarla yaşayan yakınlarım var. Sınıflar çok net, sınırlar da net. Buradan bakınca taraf tutmak gerekiyor. Ayrıca sorumlu aydın bilinci dediğimiz şeyin; kendine has dertleri olmalı diye düşünüyorum. Benim dertlerim de belki bunlar. Edip Cansever’ce söylersek; gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir. Diğer türlüsü nedir ki; bir garip eğlence. Bir sorumluluk bilincim olmalı diye düşünüyorum; bunun içinde sınıflar elbette var. Alt sınıftan olan göçmenler de var. Suriye Savaşı’yla birlikte göçmen ülkesi olduk, bu insanların hayatları da zorluklarla dolu. Ama sadece Suriyeliler zorda değil, yukarıda söylediğim gibi toplumun yarısı açlık sınırında yaşıyor. Gazetecilik pratiği şiire malzeme olarak sızıyor. Gün içinde çok sayıda haberle muhatap oluyorum. Bazıları üzerimde fazla tesir bırakıyor. Bunlar da zaman zaman dizelere yansıyor ama bir bütün olarak baktığımda da gazeteciliğin şiirimi çok etkilediğini savunamam. Gazetecilikte ilişkiler daha yapaydır, halbuki şiir sahicilik istiyor.
İlk kitabın Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek ile karşılaştırıldığında, bu kitapta hem biçimsel hem tematik olarak bir değişim hissediliyor. Sen kendi şiirsel yolculuğunda bu ikinci kitapla birlikte nasıl bir dönüşüm yaşadığını düşünüyorsun?
İlk kitabın yolculuğu biraz uzundu; düşünmeye ve anlamaya çok zamanım oldu. Uzun bir sürecin sonucuydu. İkinci kitap ilk kitaptan bir yıl sonrasında yazılan yoğun şiirlerin sonucu olarak ortaya çıktı. İlk kitap biraz daha klasik kalıyor; ikinci kitap daha çok yeni şiirin alanında. Güncel şiire dair okumalarım vardı, bunun imkanlarını kullanmak istedim. Ama temelde iki kitapta da bende değişen bir şey yok. Başka versiyonlarımla ortaya çıktı iki kitapta. Tematik olarak ilk kitaptan koptuktan sonra ikinci kitapta hem güncel dilin sınırlarını hem de içimde birikenleri daha sarih bir şekilde ortaya koymak istedim. Motivasyon olarak ilk kitaba giden süreçte daha çok sıkılmıştım. İkinci kitap sıkıntının açıldığı alana denk düştü. Ortak tema olarak; sokak ve etrafında dönen olaylar söz konusu. Bu açıdan benzerlik bulunabilir ama toplama bakıldığında ikisi birbirinden çok farklı. Farkı biraz okumalar yarattı diye düşünüyorum. Güncel şiirde neler yaşanıyora daha yakından bakarak ikinci kitabı kurguladım, bu belki bariz fark olarak ortaya çıkıyor. Güncel şiirin hayatın doğasına karşı koyuş algısı üzerine çalıştım biraz. Bunu sadece bireysel bir noktadan çıkarak değil de; bir bütün olarak bana kattıkları etrafında yapmaya çalıştım. Bu da ikinci kitapta şiirleri geliştirdi. Yaşadığım çağın atmosferi ve güncel şiirin; dil ve semantik etkileri üzerine daha çok düşündüm. Bunların sonucu olarak; ikinci kitap biraz daha farklı görünüyor. Dilini de daha somut kurguladım. Şiirde çoğunluklu olarak insanların duygularına vurgu yapılıyor ama sanırım bizim metinler aracılığıyla düşünmeye daha çok ihtiyacımız var, ben de buraya yoğunlaştım. İlk kitapta da bunun örnekleri vardı ama ikinci kitap tamamen bunlar üzerine kuruldu.
Şiirlerinde İstanbul çok güçlü bir yer tutuyor. Şişhane, Kadıköy, Üsküdar, Asmalımescit gibi semtler sık sık geçiyor. Bu mekânlar şiirinde yalnızca birer arka plan mı, yoksa senin için anlam üreten, duygu taşıyan varlıklar mı?
İstanbul bir şehir olmanın ötesinde bir ruh diye düşünüyorum. Eski İstanbul’a dair bir şeyler okuyor ve duyuyoruz ama bu anlatılar bize nostaljik geliyor. Çünkü biz günümüz İstanbul’unu yaşıyoruz. Günümüz İstanbul’un trafik gibi bir çilesi var, her yerin kalabalık olması gibi bir çilesi var, çirkin yapılaşma gibi bir sorunu var. Ama tüm bunlara rağmen İstanbul bizde; ruh bırakıyor. Bu metropol ruhu belki. Fatih’te bir türbeye denk geldikten sonra arasında bir saat bile mesafe olmayan Levent’e geçtiğinizde, gökdelenlerin dünyası var. Ama bunların dışında; sergiler, sinemalar, kitapçılar, konserler ve daha birçok kültürel etkinlik, sizi bu şehre bağlayan ve vazgeçilmez yapan şeylerden biri. Hem mimari olarak geçmişi barındırması hem de günümüz hengamesine karşı çok veri bulundurması bende İstanbul’u kutsal yapıyor. Kendim Sultangazi’de oturuyorum ama Fatih, Beyoğlu, Üsküdar, Kadıköy, Beşiktaş ve Eyüp en sık gittiğim semtler. Hatta o kadar ki; bu semtlerde birçok yeri sokak sokak biliyorum. Gezmeyi çok seviyorum ve gezerken şehre dair çok hikaye biriktiriyorum, deniz kenarlarında oturmayı seviyorum, oralara dair de bir şeyler birikiyor. Şu an bu soruşturmayı Süleymaniye’de bir kafede cevaplıyorum. 24 yıldır İstanbul’dayım, liseyi burada okudum. Sanki ruhumda olan birçok şey bu şehirde de var gibi düşünüyorum. İstanbul’da birçok zıtlığı bir arada bulabilirsiniz, bir sokak başında biriyle tanışabilirsiniz. Klasik değimle unutulmaz anlar dediğimiz hikayeler biriktirmeye çok müsait bir şehir. Her sokağı benim için ayrı bir sürpriz ayrı bir hikaye ayrı bir gerçek. Üsküdar’da da beş yıl kadar yaşamıştım. Tüm bunlar etrafında size sürekli hikaye anlatan bir nineniz varsa onun dizinin dibinden ayrılmak istemezseniz, üstelik nineniz çok yaşlı ama size güncel hikayeler de anlatıyorsa bunu da eğlenceli ve ütopik bulursunuz. İstanbul da benim için biraz böyle. Artısıyla, eskisiyle çok seviyorum, bu şehri.
“Biodaki link”, “set üstü ocak”, “projeksiyon” gibi kavramları şiirsel evrenine katmaktan çekinmiyorsun. Bu tür dijital çağın söz dağarcığını şiire dahil etmek senin için nasıl bir tercihti? Bu dilsel karışımdan doğan anlamlarla nasıl bir ilişki kuruyorsun?
Teknolojinin hüküm sürdüğü bir çağda yaşıyoruz. Hatta teknoloji o kadar hızla ilerliyor ki; önümüzdeki yüzyılda bu hızla giderse, robotlar hayatımızın bir parçası olacak. Şimdi bile kullanıldığı yerler var. Biz de 2000 sonrası yoğun bir şekilde bu çağın içine girdik. Cep telefonlarından sosyal medyaya, akıllı ev aletlerinden yapay zekaya. Etrafımız sarılmış durumda. Artık teknolojinin dinini yaşayacağız gibi duruyor. Burada bir yanı sokak olan insan ne yapacak, emeği ne olacak. Gibi bir çok soru beni düşündürüyor. Ayrıca teknolojik araçlara sahip olanlar, bizim eğilimlerimizi de yönetme derdinde. En azından sosyal medyada algoritma denen bir olay var. Bir şey hakkında yazdığınızda ya da araştırdığınızda sizin önünüze daha fazla o konuda bilgi çıkması gibi. Temayüllerimiz de işgal altında. Bütün bunlar karşında biz nasıl insan kalacağız. Hız çağı diyoruz, artık iki saatlik bir filme tahammül edemiyoruz. Beş ya da on dakikalık videolar yetiyor. Bütün bunlar olup biterken biz ne zaman vakit bulacağız da duygulara ve sağlam ilişkilere zaman ayıracağız. Biz nasıl olacakta, bir başkasına temas edip ilişki kuracağız. Şu an bile ilişkilerimiz medya araçları üzerinden. İşte tüm bunlar etrafında düşünüyorum. Muhafazakar biri değilim, teknolojiyi reddetmiyorum ama varlığı da insanlığımız için büyük sorun diyorum. Bunlar üzerine düşünürken, dizelere de yansıyor. Olduğu gibi anlamaya çalışıyorum.
Kadınlık hâlleri, patriyarka, beden ve görünürlük meseleleri şiirlerinde hem çok kişisel hem de kolektif bir yerden konuşuyor gibi. “Bir Kadının İntikamında…” şiirinde de bu hissediliyor. Kadınlık ve şiir arasında nasıl bir bağ kuruyorsun?
İç içe bir bağ olduğunu düşünüyorum. Yaptığım her eylem ya da söz kadınlık haneme yazılıyor. Meşhur değişle “kadın olunmaz kadın doğulur”. Özellikle bu topraklarda kadın olarak doğduğunuz anlardan itibaren size bir kimlik yükleniyor. Eylemleriniz belirlenmiş, hatta ki konuşma tarzınıza kadar. Biraz çok gülerseniz bu normal karşılanmaz. Kadınlar olarak etrafımız kalıplarla dolu. Nasıl yaşaman, nasıl giyinmen hatta ileri aşama nasıl düşünmen gerektiği gibi belirli. Dindar bir ailede büyüdüm. İnsanın kendilik bilinci ergenlik döneminde ortaya çıkıyor. Oradan itibaren hikaye hızla gelişiyor. Erken yaşta çalışma hayatına atıldım. Derken haliyle kadına dair hem kendi hikayemden hem de etrafımdaki hikayelerden çok şey öğrendim. Yazarken bir cinsiyet rolüyle yazmıyorum. Hatta bazı şiirlerimi çok eril bulan bile olmuştu. Ama ben bir kadın olarak mücadelemi sürdürüyorum, bunun yansımaları da oluyor. Yazdıklarımın tamamı kadın yazımıdır ama yine de kadınlara has temalara çok yer veriyorum, bu bilinçli tercih. Mesela ağırlıklı olarak annem var, bazen babaannem, bazen dindar bir kadın, bazen de tüm kadınlar. Bunları bilinçli yapıyorum. Bizim toplumumuzda kadın maalesef hala ikincil varlık. Geçmişe göre bazı ilerlemeler var. Toplumda kadının görünür olması gittikçe artıyor ama tüm ülkeden söz edersek de; bu çok azınlıkta bir durum. Kadına şiddet gibi konular da kronikleşti, çözülmeyen bir durumda. Kız çocuklarının okullaşma oranı arttı ama yaşadıkları yoksulluk onları kendi benliklerini bulma noktasında sıkıntıya sokuyor. “Özgür kadın” bu biraz da ekonomik bağımsızlıkla olan bir şey. Her şey bir binanın tuğlası gibi; birbirine bağlı. Temelde eşit paylaşılmayan maddi ve manevi haklar kadınları gittikçe daha dar bir alana hapsediyor. Ben de bir kadın olarak bunun sorumluluğunu taşıyorum, bunlar da şiirlere yansıyor.
Şiirlerinde tekrarları, uzun soluklu cümleleri ve zaman zaman bilinç akışını andıran dizilişleri sıkça görüyoruz. Bu biçimsel tercihlerin sende nasıl şekilleniyor? Şiirinin ritmini ne belirliyor?
Kuş uçtu diye bir dizeye kuş kanatlarını çırpa çırpa uçtuyu eklersek. Kuşun uçuşuyla ilgili bir sorunumuz olduğunu açık ederiz. Bu da bizim için normal olabileceği gibi bilinçli bir tercihin sonucu da olabilir. Şiir yazma sürecim genelde şöyle ilerliyor. Önce şiir olacak malzemeyi buluyorum. Bununla kafamda bir süre dolanıyorum. Bu dolanma sürecinde şiirimin taslağı kafamda oluşuyor. Sonra geriye yazmak kalıyor. Valery’nin dediği gibi ilk dize ilham oluyor gerisi benim çalışmam. Bu düşünce süreci bittiğinde kendimi özgür bırakıyorum. Hangi dizenin nasıl akacağına o an karar vermiş oluyorum. Bu biraz bilinç akışı sağlıyor. Bazen de bir duygu olarak bilinçli bir şekilde vurguluyorum. Arada da bilinçsizce şiiri yazarken yaptıklarım oluyor. O an ki duygusu beni tatmin ediyorsa, belirli bir ritme ulaştığıma inanıyorsam öyle bırakıyorum. Süreç zihinsel irlerlediği için zihin de karmaşık bir olgu olduğu için tam anlamıyla açıklamak ne kadar mümkün bilmiyorum ama bazı şiirlerde diyalektik mantığı kullanıyorum.
“Bir Otobüsteyiz Açlığı İtinayla Elden Ele Uzatan”, “Şu Açlığı Elden Ele Uzatalım” ve “Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi?” gibi şiirlerde emek, üretim ve yoksulluk üzerine çok güçlü imgeler var. Bu şiirleri bugünün ekonomik gerçekliğiyle nasıl örüyorsun?
Bugünün ekonomik gerçekliğini neo-liberal ekonomi politikaları belirliyor. 20’yi aşkın yıldır aynı hükümet tarafından yönetiliyoruz. Bu hükümet geldiği günden günümüze kadar küresel ekonominin bir parçası olmayı bize vaat etti. Oldu da. Ekonomimiz her yıl yüzde 4,5 gibi rakamlarla büyüdü. Hızlı trenler, havaalanları, otoyollar. Bunlar büyük vaatlerdi. Birçoğu gerçek oldu. Köprüler yapıldı ama o köprülerden para verip geçecek halkın çoğunluğu ekonomik refaha sahip olamadı. İktidar kendi kitlesini konsolide etti ve kendiyle yol alan bir grup iyi denecek kadar servet biriktirdi. Ama açlık değişmedi. Kişi başına düşen milli gelirin sürekli arttığını söyleyen bir hükümetimiz var ama insanlar çocuklarını kreşe gönderemiyor pahalı diye. Milli gelir sürekli artıyor ama yılda iki kez tatile çıkamıyoruz. Hala bayramlarda köyümüze gidiyoruz, çünkü daha ekonomik. Milli gelir arttı ama her hafta iki kere et yiyemiyoruz. Tavukla yetiniyoruz. Liste uzayıp gider. Bütün bunlar olup biterken gerek çevremde şahit olduklarım gerek toplumda bana bu karşı koyuş şiirlerini yazdırmaya sebep oluyor. Sürekli gelişmekte olan bir ülke olarak birçok fırsatı taşıyoruz, dünyaya eklemlenmemizde de bir sorun yok ama bir yandan da derin bir yoksulluğu içimizde taşıyoruz. Bunlar elbette gözümü yumup hayata devam edebileceğim mevzular olmadığı için yazıyorum. Şairin kelimeden daha güçlü bir silahı da henüz yok maalesef.
Şiirlerinde yer alan metafizik göndermeler —Allah, Hızır, peygamber, dua— modern şiirin çoğu zaman seküler yapısıyla ilginç bir gerilim yaratıyor. Senin için bu öğeler şiire nasıl dahil oluyor? Kişisel bir arayış mı, yoksa kolektif hafızanın bir yansıması mı?
Bunlar dinde çokça düşündüğüm konular, meraklarım. Toplumsal hafıza olarak da “inançlı” bir toplumda yaşıyoruz. Kişisel olanlar toplumsal olanın iç içeliğinin yansıması diyebilirim. Kişisel arayış olarak; din konusunda çok sorgulamalarım olmuştur, özellikle genç yaşlarda yoğundu. Sonra alametler belirdi, inandım Allah’a :). Sorgulama bende hep olan bir şeydir bu dinde de kendini gösteriyor. Belki dindar biri sayılmam ama inançlıyım. O yüzden Hızır, Peygamber gibi konuları da seviyorum. Metafizik olan iyidir, bizim alanımızı genişletir. Fiziğin alanı sınırlı. Bizim uçsuz bucaksız yanlarımız var burada metafizik işe yarıyor. Allah’a inandığı için mutlu ama dine ihtiyaç duyanlar için de her zaman sorgulayıcı oldum. Bunlardan bahsetmek hem kişisel hikayemde hem de kollektif bilinçte hoşuma gidiyor.
Şiirlerinde bireysel hatıralarla toplumsal hafıza sık sık iç içe geçiyor. Mezarlıklar, otobüsler, parklar, evler… Bu yerler hem senin geçmişine hem hepimizin bugüne ait gibi. Bellek senin için nasıl bir şiirsel malzeme?
Ne diyoruz, hafızamızın sınırları dünyamızın sınırları. Bellek çok geniş bir alan; eşyayla da insanla da tarih ve doğayla da bir belleğimiz olabilir. Zihinsel olarak dinç bir beynim var, olayları ve mekanları kolay kolay unutmam. Ama şöyle bir yanda var. Bir noktadan uzaklaştıktan sonra yani bu güne geçtiğimizde dün artık bizim için bir anı, hatırlanma biçimi. Ertesi günü hatırlayarak var oluyoruz ya da bu günü inşa ediyoruz. Bu süreç ben de kişisel olduğu kadar toplumsal bir evrene de tekabül ediyor. Neydi o, kişisel olan politiktir mi diyorduk. Evet buna birkaç eleştirim var ama büyük oranda da katılıyorum. Bellek bende birden çocukluğumu hatırlamaksa birden bu ülkenin kaderinde bir kara olayı hatırlamak olarak ortaya çıkabiliyor. Hafızamın dinç olması da malzeme toplamak konusunda beni kolaylıyor. Bellek bence unutmayla değilde hatırlamda ortaya çıkan bir gerçek. Biz toplumsal hafızada çok çabuk unutan bir halkız. Bizi derinden etkileyen olayları birkaç yıl sonra anmaya sadece bir avuç insan olarak gidiyoruz. Halbuki hatırlama beraberinde yüzleşmeyi de getirir. Bu kadar hafızasız olmayı sağlıklı bulmuyorum. Şiirde de bir tür hatırlama, kayıt altına alma ve unutturmama aracı olarak kullanmayı deniyorum.
İkinci kitabınla birlikte hem biçimsel olarak deneyselliğe açık hem de doğrudan politik bir şiir ortaya koyuyorsun. Sence “Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi?”, günümüz Türk şiiri içinde nasıl bir yere oturuyor? Kendini hangi geleneklerle ya da yeni arayışlarla birlikte düşünüyorsun?
Aslında politik bir yer olsun diye konuşmuyorum. Kendime ve topluma baktığımda bazı dertlerim var, bunları yazıyorum. Eğer bunlar politik bir dilde karşılık buluyorsa da buna itiraz etmiyorum. Öyledir. Sadece; okuyorum, yaşıyorum ve yazıyorum. Buradan bakınca slogan atmayı sevmiyorum. Ama fikir şiirde elmanın içindeki vitamin gibi olmalı derler, buna katılıyorum. Bir yere konulmak ya da bir sese eklemlenmek derdim yok. 2025 günümüz Türkiye’sinde bunlar yaşanıyor, ben de buna işaret ediyorum. Burada bir sorun var diyorum. Benimle aynı düşünenler varsa mutlu olurum. Bana katılmayan varsa da mutlu olurum. Ne güzel, başka dertleri var demek ki. Ama şundan şikayetçiyim günümüz şiirinde şairler fazlaca kişisel hezeyanlarını anlatıyorlar. Bunlara bu kadar maruz kalmaya itiraz ediyorum. Ben aynı zamanda toplumsal bir varlığım, bunun niye bir karşılığı yok şiirde. Yapanları tenzih ederek yazıyorum. Belki de buradan bakınca toplumsal gerçeklikten yazıyorum. Ama adlandırmaya ne gerek var. Biri bizi nasıl sevmek istiyorsa öyle sevsin. Nasıl etkilenmek istiyorsa öyle etkilensin. Ben kendimde birikenleri yazıyorum. Umarım, okuyanlarda şiirin hakkını verir, kalıplara sıkıştırılmak istemem.
11 Mayıs 2025 Pazar
Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? çıktı
İkinci şiir kitabım Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? çıktı. Kitapla ilgili tanıtım metinleri.
https://banliyo.org/yeni-cikanlardan-fabrikanizin-keyfi-yerinde-mi/
Zeynep Karaca, 2022 yılında yayımlanan ilk şiir kitabı Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek ile edebiyat dünyasına çarpıcı bir giriş yapmıştı. Şimdi ise, Ketebe Yayınları etiketiyle çıkan ikinci kitabı Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? ile okuru yeniden politik, kişisel ve şiirsel bir sorgulamanın tam ortasına davet ediyor.
Kitap, bireysel hafızayla toplumsal gerçekliğin iç içe geçtiği güçlü bir şiir diline sahip. Karaca, kent yaşamının tekdüzeliği, emeğin değersizleştirilmesi, göç, kadınlık halleri ve inanç gibi temaları hem dokunaklı hem de ironik bir biçimde ele alıyor. Şiirlerinde gündelik hayattan sahneleri sinematografik bir bakışla sunarken, zaman zaman bir kafe masasındaki kurabiyeden, zaman zaman fabrika bacasından yükselen dumanlardan söze giriyor. Kitabın adını taşıyan şiir, Türkiye’deki işçi sınıfı gerçeğine keskin bir eleştiri getirirken, “fabrikanın” sadece bir üretim alanı değil, insanın ruhunu öğüten bir sistem metaforu olarak kullanılmasıyla dikkat çekiyor.
Karaca’nın şiiri, biçimsel deneylerden çok içeriğin etkileyiciliğine yaslanıyor. Ancak bunu yaparken de klasik imgelerden uzak durup çağdaş dile, dijital kültüre ve sosyal medya referanslarına sıkça başvuruyor. Şiirlerin başlıkları dahi -“Biodaki Linki Tıklayın”, “Tavuk Şiş Yerken Bulgurla Yakınlaşma”, “Bir Otobüs Dolusu Yumruk Arzusuyla”- kitabın ironik ve eleştirel tonunu başarıyla yansıtıyor.
Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi?, günümüz Türkiyesi’nde yaşamanın duygu haritasını çizen, bireysel kırılganlıklarla toplumsal baskılar arasındaki geçişkenliği yakalayan bir şiir kitabı. Karaca’nın kalemi, hem bir işçinin nasırlı ellerine, hem bir mültecinin kırmızı kapüşonlu duasına, hem de bir parkta kahvenin yanındaki kurabiyeye aynı dikkatle bakıyor. Bu kitabı okurken sadece şiirle değil, şairin sunduğu vicdanla da baş başa kalıyorsunuz.
+++++
https://www.izdiham.com/zeynep-karacanin-ikinci-siir-kitabi-cikti-fabrikanizin-keyfi-yerinde-mi/
Şair Zeynep Karaca’nın ikinci şiir kitabı Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? çıktı. İlk kitabı 2022 yılında çıkan şair yeni kitapta epik bir dil deniyor. Şair, Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek’ten de aşina olduğumuz, bulucu imge kullanımını bu kitapta da güncelliyor. Kendine has imgesi ve toplumsal olaylara yaklaşımı kitapta ilk göze çarpanlar. Fazlaca halk ve sorunlarının aşırı yoksullaşmanın vurgulandığı eserde; şair bizi sokağa ve oradan yükselen sesi duymaya çağırıyor.

Fabrikanızın Keyfi Yerinde mi? İlk etapta; günümüz Türkiye sorunlarına göz gezdirirken sonrasında Gazze gibi güncel kronikleşmiş meselelere de bakış sunuyor. Şiirler arasında; şair ve düşünür Sezai Karakoç’a ve yine bir büyük şair Neruda’ya adanmış şiirler var. Sinema ile de bağı olduğunu düşündüğümüz şairin, dünyaca ünlü Fransız yönetmen Godard’a da adanmış bir şiiri bulunuyor. Ayrıca, Hz. Süleyman ve karınca hadisesinden esinlenerek de yazılmış bir şiir var.
Epiğin bizi boğmayan ve estetik üslupla yoğrulmuş metinlerine denk geldiğimiz eser, “bütün kız kardeşlerime” ithafıyla sunulmuş.
17 Nisan 2025 Perşembe
İslami camiada “sinema bir şenlik” midir?
“sinema bir şenlik” midir?
İslami camianın en bilinen iş adamları derneği olan MÜSİAD’dan dikkate değer bir o kadar da şaşırtıcı bir hamle geldi. MÜSİAD ilki bu sene olmak üzere Altın Çark Uluslararası Kısa Film Festivali düzenledi. Devamının nasıl geleceği merak konusuyken, bu festivale giden sürece dair düşünmek istiyorum. Aslında belki de hikaye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2017 yılında yaptığı bir konuşmada gizli. Siyasette iktidar olduk ama sosyal hayatta ve kültür de iktidar olamadık dedi. Sahi kültür de iktidar nasıl olunuyor. Türkiye’nin yüz yıllık Cumhuriyet deneyiminde seküler kesim, neredeyse yüz yıldır çağın icatlarıyla ilgilenir durumda. Yedinci Sanat olarak gördüğümüz sinema da öncelikle seküler camiada ortaya çıktı. Aslında Lumiere Kardeşler’in sinemanın icadıyla başlayan yolculuğu çok erken vakitlerde Osmanlı’ya da uğradı, fakat sadece sarayda gösterim olarak yer aldı.
26 Aralık 2024 Perşembe
Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri ya da savruk öfkemiz!
Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri ya da savruk öfkemiz!
Türkiye’de bir milyonun üzerinde mevsimlik işçi var. Özellikle yaz aylarında ortaya çıkan ve ülkenin her yerini gezen, çok da iyi olmayan şartlarda bu insanlar çalışıyorlar. Bu emeğin karşılığında ise aldıkları paralar gerçekten komik denecek düzeyde. Bu şekilde hayatını sürdüren ve geçinmeyen çalışan bu insanlar; sosyal hiçbir güvenceye de sahip değiller. Zaten ülkede var olan ciddi işçi sorunu, mevsimlik işçide daha dramatik bir hal alıyor. Okul çağında olan çocuklar, kadınlar, erkekler, geçinmek için ülkenin dört bir tarafına dağılıyor ve hayatları bu dramlar üzerine kuruluyor. Elbette bu açığa sebep olan mevcut neo-liberal politikalar. Marx’ın deyimiyle “görülmez emek” olan bu insanlar, hayatın her aşamasında, yoksulluk ve açlıkla mücadele etmenin yollarından biri olarak mevsimlik işçi olmayı seçiyorlar. Belki de, başımızı önümüze koyup, biraz daha yakından bu insanların emeğine odaklanabiliriz. Ya da seçim dönemlerinde kapımıza gelen siyasetçilere bu meseleden biraz daha söz edebiliriz. Yapılacak çok şey varken, üzerimize düşenlere karşı da sorumluluklarımız ayrıca artıyor.

Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri, Murat Fıratoğlu’nun ilk uzun metraj filmi. Filme konu olan ise; Siverek’te domates kurutma işinde çalışan Eyüp’ün, iş vereni Hemme ile ettiği kavga. Elverişsiz şartlarda, az işçi, çok iş gibi çalışmak zorunda kalan Eyüp ve işçiler, Hemme’nin ödemeyi geciktirmesiyle birlikte, kavgaya tutuşurlar. Hemme kavgada, Eyüp’e küfür eder. Eyüp’ün hikâyesi o noktadan sonra başlıyor. Eyüp, öfkeyle intikam almak üzereyken, başından komik denecek olaylar geçiyor.
Belki de, dramın olduğu yerde en iyi çare olarak mizah aramızda dolanıyor. Domates işçileri o yoğun sıcağın altında çalışıyorlar ve emeklerini alamıyorlar. Domates işçilerinin ellerine yapılan yakın plan fotoğraf sanatçısı Doris Ulmann’ın “Bir İşçinin Elleri” gibi. Eller ki, yorgun ve nasırlaşmış, eller ki çabuk ve hızlı, eller ki, yaşama karşı dirençli.
Domates tarlası görüntü olarak da çok güzel bir atmosfer sunuyor, yaşanan dramı kıran şeylerden biri de, o muhteşem görüntüler. Kamera güneşe doğrulduğunda, aşağı inerken, ekran beyaza düşüyor. Bu da sinema içinde bir sinema duygusu katıyor filme. Yere indiğinde ise, mücadele devam ediyor.
Görüntüler itibariyle filmi Abbas Kiyarüstemi’nin sinemasına yakın bulabilirsiniz. Boş kadrajlar, uzak çekimler, ağaçlar, domates tarlası, sürekli uçuşup duran poşetler. Kiyarüstemi’nin Kirazın Tadında filminde de, bir adam intihar etmeye karar verir. Sonra onu yaşama bağlayan şeylerle hikâye devam eder.
Burada Eyüp’ün öfkesine şahit oluyoruz. Bir tarlada ya da metropolde hangimiz haksızlığa uğramıyoruz ki. Hangimiz öfkemizi yönetme konusunda başarılıyız ki. Eyüp’te çareyi Hemme’yi öldürmekte buluyor. Bunun için eve gidip tabancasını aldığında; önce çok da yeni olmayan motoru bozluyor. Sonra yolda, gülleri çok seven bir tanıdığı karşısına çıkıyor. Daha sonra aldığı karpuzu evine götüremeyen yaşlı amca karşısına çıkıyor. Derken yol boyunca hikâyeler uzayıp gidiyor. Hikâyelerin yol boyunca yaşanması da ayrıca bir hikâye açıyor bize.

Bizler birer Eyüp olarak, öfkemizi konuşlandıracak yerler arıyoruz. Hayatın büyük acımasızlıkları altında kaybolup gitmek istemiyoruz. Hayat bizi, bir tür kara mizaha itmiş olsa da, yaşam karşısında öfkemizin sesi çıksın istiyoruz.
Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri, şu an gösterimde, gidip, izleyip, benim bakışıma ek yapabilirsiniz.
18 Kasım 2024 Pazartesi
MAVİDE BİRLİKTEYİZ VE BU SONSUZ- şiir
MAVİDE BİRLİKTEYİZ VE BU SONSUZ
denizde bir dalga
parçalıyor kıyıyı
tıpkı içimde bir yer
o yer öyle senin
o yer öyle kendine ait
burada durup bir lideri
yanımıza alabiliriz
burada durup
bir elmayı birlikte soyabiliriz
başka şeylerde yapalım
halka mahsus
ücreti düşük bir nesne olsun
hediyeleşebiliriz papatyalarla
ama kır papatyası
seninle şöyle aynı manzara bakıp
denizin ufkundaki maviyi
göz hizasına koyabiliriz
seninle şöyle kumdan ev yapabiliriz
bunlar oyunlarımız
seninle en çok bir sonsuzluk duygusunda
bir araya gelip
maviyi kutsayabiliriz
gözlerimiz bir çağdan ödünç alınmış gibi
sözlerimiz de bir duvarı balyozla yıkıyor gibi
gerçekle hayal arasında
bir sahilde oturup
yeryüzüne mavi tutku bırakabiliriz
bunu düşünelim
ellerimiz için
halk için
ayaklanma ve köşesinde
saksıda bir çiçek için
mavi bir kalp yapabiliriz
BİR BOMBA PATLIYOR EKRANDA SANA BANA DAİR YAĞMUR ALTINDA-şiir
online şiir mecrası grunge poetry'de yayınlanan şiirim.
BİR BOMBA PATLIYOR EKRANDA SANA BANA DAİR YAĞMUR ALTINDA
gün boyu yağmur yağdı
yer ıslak, gök ıslak, ortada kalan her şey ıslak
bir bomba sesi geliyor bir yerden
twitterda görüyorum, reelslerde karşıma çıkıyor
youtuba da sıkça düşüyor bombalar
öylece burada durup seni seviyorum
bir pencerem var, tanısan seversin
pencerem öyle açık öyle dünyadan öyle insan
camı okşasan anlarsın
ot olmak istiyorum bazen
daha iyi hissetmek yağmuru
ağaç da olmak istiyorum
daha köküne heves duyan
durup gök olmalıyım diyorum
sana sürekli bulut getiren
yokuşlu yollar, yürümek ve biraz sen
bunlar iyi geliyor, tütün ve iyi ekmek hayali
bilgisayarın başında zaman hızlı akıyor
fotoğrafını açıp tam ekran yapıp
seni eve almışım gibi bir duygu
bir yerde bombalar patlıyor
ölüyor çocuklar gülümser gibi annelerine
dönüp önümüze çok şükür hayattayız diyoruz
aşırı ölüyor çocuklar, ekran başlarında
karmaşık bir hayal kuruyorum sana, bana dair
bir çocuk taşla ve sapanla intikam alıyor hayattan
rüyadan uyanmış gibiyim
sana ve bana dair yağmur yağıyor
borsada kazananlar vardır bugün, dolarda ve altında
iyi şaraplar içmiş olanlar vardır
güzel ve pahallı bir restoranda vakit geçirmiş olanlar
dünyada karına kar katmış olanları da ekleyelim; emlakçılar
ben pencerede, beynimde patlayan ses
sana dair en güzel hayaller
aşağılık mıdır insanoğlu, yukarılık mı
bir bilinmez macera mı yeryüzü
yoksa yakında kavuşacak el mi
uyanır uyanmaz baş ucumdaki su, bahçede öten kuş
nedir bu pencere hangi göğe açık
nedir bu patlayan bomba hangi göze düşman
dünya telaşı arası,
biraz sen biraz ben
kır papatyası seyahatte
güzel ve iyi bir yer olacak
yeryüzü, bu şiire inan
SAYIKLAMALAR İKİ
SAYIKLAMAR İKİ En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınını...

-
İslami camiada “sinema bir şenlik” midir? İslami camianın en bilinen iş adamları derneği olan MÜSİAD’dan dikkate değer bir o kadar da şaş...
-
SAYIKLAMALAR Köydeyim, İstanbul’dan bir hayli uzak bir köy burası. Karadeniz köylerine en azından fotoğraflardan aşinasınızdır. Muhteşem...
-
SAYIKLAMAR İKİ En son ölüm gelir yine de erken deriz diyordu biri. Sahi sonda mı geliyor ölüm, her şey tamam olduğunda mı geliyor. Yakınını...